MOR VOSVOS

- bölüm I -
Hafıza Kaybı ve Doğuş:
I-)
O, şu anda kendini tüm dünyadan soyutlanmış hissediyordu. Şu anda sanki nerdeyse tüm insaoğlundan uzak, ıssız bir arazide, kaza geçirmiş bir Ford Anglia'in yanıbaşında, yerde, sessiz ve hareketsiz yatıyordu. Kulağına gelen ses sadece rüzgarın sessiz fısıltısıydı... Yapraklar hışırdıyor, salınıyor, sanki dünyaya yeni gelmiş bu insanın önünde eğilerek onu selamlıyordu. Fakat o anda o, bunların tüm hepsinden uzak bir hissizlik içindeydi. Sessizdi, hareketsizdi... Kalbinde anlaşılması pek de güç olmayan aşırı hızlı bir çarpıntı vardı; yerde öylece baygın bir halde yatarken tüm hissedebildiği rüzgarın fısıltısı ve bazal metabolizmasının dalga geçer gibi verdiği kalp çarpıntsıydı.
Gözlerini açmak istedi...
Ve ne göreceğinden habersiz, ortasında bebekleri olan, dünyaya açılan - öyle olmasını umuyordu - iki beyaz kürenin deriden perdelerini kaldırdı.
Ve gözleri acımadı.
Evet, gözlerini ilk defa açıyor gibi geliyordu kendisine, ama beklediği acı gelmedi: Gözlerinin önüne batmakta olan güneşin kızılımsı altın rengi geldi. Ve bulutlar; minik duman kümeleriydi...
“Burası Cennet mi?” diye düşündü.
Gözlerini biraz daha indirdiğinde uzayıp adeta sonsuzluğa giden çift şeritli yolu gördü... Ve yol kenarında seyrek üç beş tane küçük ağaç... Ve koyu sarı çim topluluğu.
O anda tüm sinir hücrelerine korku dalgası hâkim oldu: kalbi artık daha hızlı atıyordu, vücuduna kan daha hızlı yayılıyordu, daha hızlı nefes alıp veriyordu... Ölüm korkusu duyuyordu...
Daha kim olduğunu bilemeden, burada ne işi olduğunu öğrenemeden ve hatta neden burada bir kaza olduğunu öğrenemeden öbür tarafı boylayacaktı.
Külüstür Anglia tam dibindeydi. Ona yaslanarak ayağa kalkabilirdi belki de, tabii hâlâ kullanabildiği bir çift ayağı varsa... Hemen baktı. Evet, orda duruyorlardı fakat onları kıpırdatabilecek miydi ki? Nasıl emir verebileceğinden habersiz, hatta farkına varmadan sağ ayağını kaldırdı önce. Sonra da diğerini... Ayak parmaklarını oynattı.
Oh!
Peki ya elleri?
Onlar da hareket etti.
Peki ya yüzündeki derin yaralar... Daha doğrusu böyle bir şey var mıydı? Bilmiyordu. Öğrenebileceği tek yer, eğer olur da ayağa kalkabilirse, Anglia'nın - tabii varsa - kırık olmayan bir camıydı; aynaların sağlam olmasını beklemiyordu.
Zorlukla ve acıyla da dolu olsa inadına inat, ayağa kalkabildi. Fakat kalkar kalkmaz aynı korkuyla yeniden yüzleşmek zorunda kaldığını hissetti. Yüzüne bakmalı mıydı?
Cevap, hayır, oldu; henüz değil.
O yüzden de araca pek yaklaşmadan tepesinde tüten dumanı seyretmeye koyuldu. Aslında yapacağı başka hiçbir şey de yoktu. Kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Sonsuzluğa doğru giden yola bakmak da kararını değiştirmemesine yardımcı oluyordu. Galiba burdan kimse geçmeyecekti. Açıkçası işin en acımasız yanı da buydu: Orda öylece çömelmiş otururken, yanan Anglia'yı seyretmekten başka bir seçeneğinin bulunmaması. Kimdi, kim bilir? Neredeydi? Buraya nasıl gelmişti?
Orda oturalı dakikalar ya da belki de saatler geçmiş olabilirdi, ama yine de kimsenin geçtiği yoktu yoldan. Hava da kararmaya başlıyordu. Güneş çoktan, uzakta tek tük seçilebilen sisli tepelerin ardında batmıştı. Gökyüzünde hafif bir sigara dumanı andıran bulutlar vardı. Ve parlak, ışıl ışıl yıldızlar...
II-)
Sesi duyduğunda saat gece yarısını geçmişti. Hatırlayacak ya da düşünecek pek bir şeyi olmadığından - tabii, kim olduğunu ve burada ne aradığını saymazsak - rahat uyuyabilmişti. Ama sonuçta sesi de duymuştu ve uyanmıştı rahatça.
Fazla düşünmeden olabileceği en seri şekilde ayağa kalktı ve birden kendini yola attı. İlerden gelen arabanın uzun farları gözlerini kamaştırıyordu. Ama buna kızmıyordu. Sonuçta biri onu kurtarmak için gelmişti.
Her iki kolunu da olabildiğince hızlı sallıyordu. O anda kim olduğunun ya da nerde bulunduğunun hiçbir önemi yoktu; onu buradan birisi kurtarsın, bu yeterdi onun için.
Araba yavaşlayarak durdu. Farları söndü. Tıkırdayan motoru sustu. Gözleri karanlığa alışmakta güçlük çeken genç adam birkaç saniye başı öne eğik bekledi. Sonra öndeki arabanın kapısı açıldı. Sonra da yerde tıkırdayan yumuşak ayak sesleri duydu. Ama hiçbir şeye bakamıyordu. Gözleri öylesine kamaşmıştı ki...
Ayak sesleri çiçeğimsi bir koku da getiriyordu beraberinde. Bu koku genç adama karşısındakiyle ilgili, onun sıcak, cana yakın biri olacağıyla ilgili bir önyargı getirdi.
Sonunda gözleri karanlığa alıştığında karşısındakine baktı: Omuzlarından daha aşağı düşmeyen kızılımsı kahverengi saçları vardı karşısındaki genç kızın. Teni hafif esmerdi. Boyu da tam kendi gibi ama bir-iki santim kısaydı. Üzerinde mor bir bluz ve koyu yeşil, diz altına gelen tayt vardı...
Ama sonra kız konuştu: "Bu kadar incelemeden sonra herhalde kim olduğunu da söylersin."
III-)
"Ha... Şey... Affedersin... eee..."
"Yoksa bir adın yok mu?"
Genç adam şaşkınlık içerisindeydi. Durumunu karşısındakine nasıl anlatabilirdi ki? "Ee... Affedersin ben hafızamı kaybettim de. Ee, bir de şu gördüğün araba var ya, ondan sadece küçük bir yara iziyle – o da sanırım - çıktım ve nerde olduğum hakkında hiçbir fikrim yok" mu diyecekti?
Sessiz de kalamazdı...
Genç kız elini uzattı. "Ben İlkay. Ve tanıştığımıza memnun oldum." Sesi ince, eli de zayıf, ince deriliydi.
Genç adamın kalbi yine attı hızlı hızlı. Yüzünün kızardığını da hissetti hatta. Ama vaktin gece yarısı olduğuna şükrediyordu.
Tam elini uzatacakken genç kız elini çekti. Sonra genç adam da elini çekti; ama tam çekerken bu sefer de genç kız elini uzattı. Genç adam da uzattı. Ve genç kız tam elini çekerken genç adam İlkay'ın elini yakalamayı başardı.
Bir an için birbirlerine öylece baktılar ve neden sonra da aynı anda gülmeye başladılar. Ve hazır genç kızın elini yakalamışken de, sonra olacağına şimdi olsun, dedi ve “Ben de, Geçmişi olmayan adam," dedi.
Gizemli Kız:
I-)
"Niçin burada olduğunu hâlâ açıklamadın," dedi kız. Sıcak bir gülümsemesi vardı.
"Pek açıklayabileceğimi sanmıyorum. Burada nasıl bir kaza olduğunu ve hatta niçin bir kaza olduğunu kesinlikle bilemiyorum."
Genç kız biraz düşünür gibi durdu, sonra da, "Bana katılmak ister misin?" dedi.
İlkay'ın sıcaklığına karşın yine de ona güvenmekte tereddüt ediyordu. Bu yüzden de tekrar ardındaki yola baktı; sonra da ileriye: Başka bir çaresi yok gibiydi. Ama yine de temkini elden bırakmadan, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
"Ha, işte! Ben de bunu sormanı bekliyordum. Bir dakika bekler misin?"
Genç kız tekrar arabaya döndü. Tek kapılıydı araba ve küçük bir tosbağa gibi duruyordu. Karanlıkta rengi pek seçilemiyordu ama o, küçük tosbağanın mor renkte olduğuna emindi. Daha fazla incelemeye fırsat bulamadan İlkay geldi. Elinde harita vardı...
Haritayı yere koydu. Sonra çömeldi. Onun hareketlerini izleyen genç adam da aynı İlkay gibi yere çömeldi ve haritaya bakmaya koyuldu.
"Yanıma yaklaş," dedi genç kız. "Oradan biraz dünya ters gibi durabilir."
Güldüler.
Genç adam İlkay'ın yanına yaklaştı ve o da İlkay gibi büyük kâğıt parçasına bakıyordu şimdi.
"Uzun zaman önce bir yolculuk planladım," dedi İlkay, direkt, genç adamın gözlerine bakarak. Genç kızın açık kestane rengi gözleri vardı.
"Gözlerin çok güzeel!" dedi genç kız.
Genç adam ne yapacağını bilemedi. "Öyle mi?" diyebildi sadece.
"Evet, yeşil..."
"Sahi mi? Şey... Sağ ol..."
Bir saniye daha öylece birbirlerine baktılar sonra tekrar haritaya bakmaya koyuldular. Genç adamın nedense kalbi daha da hızla atmaya başlamıştı. Neyse ki vakit geceydi; çünkü yüzünün de hafiten kızardığı hissedebiliyordu.
"Burası bizim başlangıç noktamız, " dedi İlkay küçük bir ada ülkesini göstererek. Gösterdiği nokta İrlanda’ydı.
"Ne yani, şimdi biz İrlanda’da mıyız?"
"Evet. "
Adamın kafası iyiden iyiye allak bullak oluyordu; önce hafıza kaybı ve şimdi de İrlanda... İrlanda’da da ne işi vardı?
"Eminim şu anda neden burada olduğunu sorguluyorsundur…"
Genç adam cevap veremedi, onun yerine haritaya boş boş bakmaya devam etti. Sonra düşünceler bir bir uçuşmaya başladı beyninde. Bu kıza niye güvensindi ki? Ya kaza geçirmesine sebep olan kişi şu kızsa...
"Sana neden güveneyim," dedi Mete. Zaten rüzgârdan soğuk olan ortam daha da bir soğudu.
İlkay genç adama uzun bir süre baktı. Yüzündeki sıcak gülümseyiş gitmişti. Arabanın soluk sarı farında genç kzıın yüzü sinirli mi yoksa düşünceli bir biçimde mi duruyordu, belli değildi. Sonra aniden haritayı topladı, arabaya koydu.
"Bak, eğer benimle güven problemi yaşayacaksan seni hemen burda da bırakabilirim! BAKALIM AÇ SUSUZ NE KADAR DAYANACAKSIN! Hem... hem... ben sana asıl nasıl güvenebilirim, ha?! Yolun ortasında kaza geçirmiş bir adama yardım edelim dedik alt tarafı! Ama yook! Güven problemimiz varmış beyefendiyle nedense! Asıl, ben sana güvenmiyorum! Ya şu külüstür arabaya bak ya! Ya... sen... sen nasıl oluyor da sadece hafif çiziklerle o arabadan kurtulyorsun, hı?"
Konuşma genç adamın aleyhine geçmişti şimdi - bu arada kazadan hafif sıyrıkla ayrıldığına sevinsin mi oturup ağlasın mı bilemiyordu; eğer elindeki fırsatı da kaybederse burda, aynen İlkay'ın dediği gibi, aç ve susuz bir şekilde tek başına kalakalabilirdi. Ne yapacağını bilemez bir şekilde kekelemeye başladı; ama İlkay başlamıştı bir kez saydırmaya...
"Bir dakikaaa..." dedi sanki asıl olayı anlamış gibi, "senin kaza maza geçirdiğin yok, değil mi? Kendine sanırım kaza geçirmiş süsü verdin, öyle değil mi?" Yzüünde acayip bir sinir ifadesi vardı.
Sustu...
"PİSLİK!" Avazı çıktığınca bağırmıştı İlkay. "Ben gidiyorum!"
"Dur! Dur..." dedi genç adam.
Ama kız çoktan vosvosa kapıyı, sert bir şekilde gıcırdatarak açıp binmiş, ve arabanın motorunu çalıştırmıştı... Küçük mor vosvos ufukta yavaş yavaş, paytak paytak kaybolurken genç adamın artık yapabileceği hiç bir şey yoktu.
II-)
Ne kadar da büyük bir hata yapmıştı...
Şimdi koskoca yolda bir başına kalmış, belki başka biri geçer diye bekliyordu. Ama yaklaşık yarım saatt kadar bekledikten sonra yapabileceği tek şey için, belki kız ilerde bir yerde durmuştur, diye düşünüp yola koyulmak üzere ayağa kalktı. Belki de yol hemen biterdi ve belki de başka bir şehir - abartmıştı - ya da köy, kasaba filan bulabilirdi... Yürümeye başlamadan önce arkasına birkez daha baktı. Nedense arabanın içinde işine yarar herhangi bir şey bulamayacağından yüzde yüz emindi. Bu yüzden böyle bir zahmete katlanmak istemedi, sadece son bir kez kendisiyle arasında garip bir bağ kurduu Ford Anglia'ya bir kez daha baktı ve yola koyuldu.


*
Bİr buçuk saat yürüdü. Ayakları taş kesmeye başlamıştı. Ne bir yaşam belirtisi ne de bir ışık direği... koskoca yol bomboştu ve artık açlıktan karnı ağrımaya başlamıştı. Hava da hafiften kararıyordu. Daha fazla hareket edebileceğini sanmıyordu. Uyumalıydı... Kendini bir anda yolun kenarındaki çimlere yuvarlanırken buldu.
Rüyaların Başlangıcı:
I-)
Kızıl saçlı bulanık bir suret bir gidip bir geliyordu... Derinlerden bir ses, "Şşt... sen... adını bilmediğim adam, kalk... kalk hadi... UYAN!"
Çimlerin üzerinde sereserpe kendi uyur bulmuş olan genç adam gözlerini açtığında kızıl-kahverengi saçlı, hafif çilli yüzlü, kısa boylu bir kız, üzerine doğru eğilmiş kendisini dürtüyordu.
Sonunda ayağa kalktı ve şöyle bir silkelendi. Vakit hâlâ gece yarısı idi. Soğuk daha da bastırmış, sert esen rüzgar iliklerine işliyordu. Yolun ortasında motoru çalışır vaziyette duran mor vosvos da sanki rüzgarın etkisiyle hafif hafif ilerliyordu.
Genç adamın ağzından tek bir söz bile çıkmadı - aynı şekilde İlkay'ın da. Sonunda İlkay, adamı kolundan çektiği gibi vosvosun sağ açık kapısından zorla arabanın içine tıktı. Adam ne olduğunu anlamamıştı. İlkay sertçe kapıyı kapadı, sonra kendi kapısını açtı, onu da sertçe vurup kapadıktan sonra boşta duran vitesi - demek ki arabanın kaymasının sebebi buymuş - bire alıp gaza hafif dokundu ve araba tıkır tıkır ilerlemeye başladı.
"Katil de olsan ölmene göz yumamazdım," dedi esprili olmayan bir ses tonuyla, "umarım yardımım karşılığında beni canlı bırakırsın."
Bir an için ikisi de birbirlerine baktı sonra aynı anda ikisi de gülmeye başladı. Belli ki İlkay da kendini zor tutuyordu. Şimdi iki büklüm olmamaya çalışarak bir yandan da yola bakmaya çalışarak araba sürmeye çalışıyordu...
"Bu özrümü kabul ettin anlamına mı geliyor?" dedi genç adam, yüzü hâlâ güleç.
"Evet."
Gerçi adam, egnç kızdan "Özür dilenecek bir şey yok, asıl hatalı benim," diye bir şey demesini bekliyordu, ama bu da hiç yoktan iyiydi...
Vosvosun içi sıcacıktı. Sünger koltuklar o kadar yumuşak tı ki zaten uykulu olan genç adam iyiden iyiye kenini kaybediyordu... Biraz sonra rüyaya dalmıştı bile... burnunda çiçek kokusu...
*
Yeniden Anglia'nın içindeydi. Yolu bomboş bulduğundan artık altındaki külüstürle ne kadar hızlı gidebilirse o kadar hızla gitmeye çalışıyordu. Ta ki bir dört yol ağzının kesiştiği yere kadar... Ne olduğunu anlayamadı; ne bir darbe, ne bir sarsıntı... sanki kaza geçirmiyor gibiydi. Sadece etraf gitgide karanlık olmaya başlıyordu. Nihayet zifiri karanlık bastırdığında artık hiçbir şey düşünemiyor, sadece korku hissediyordu: Sıradakinin ne olacağı korkusu... Ve aniden taklalar atmaya başladığını hissetti. Beli acıdı... İnsan böyle mi - o kelimeyi düşünmek bile istemiyordu - göçerdi (o anda bunu bulabilmişti)?
*
Gözünü açtı. Etrafa şöyle bir baktı ve yanında İlkay'ı tekrar gördüğüne o kadar memnundu ki bunu dile getirecek bir kelime Türkçe'de bile yoktu (ya da kendi bildiği kadarıyla).
Çiçek kokusu, yeniden yumuşak koltuk, vosvosun sıcaklığı...
"Ne oldu?" dedi İlkay "Yani rüyanı diyorum," dedi genç adamın yüzündeki şaşkın ifadeyi görünce, "-daha doğrusu kabustu herhalde artık- her neyse, ne gördün?"
Genç adam bir süre öylece kalakaldı. Sahi, ne görümüştü onu o kadar korkutacak? Kekeleyerek, çaresizce, "Bilmem-" dedi.
"Nasıl yani, hatırlamıyor musun?"
"Çok garip, ama, evet-"
"İlginç." İlkay'ın yüzünde anlamaz bir ifade - sanki yapmacıktı - yola bakarak arabayı sürmeye devam etti.
İrlanda'da güneş doğmuş, yeşilin her tonu yol kenarında iyice belirleşmeye başlamıştı. Ama hava sıcaktı; bu yüzden de genç adam camı, İlkay'dan izin aldıktan sonra - "İzin almana gerek yok, kendi araban gibi kullanabilirsin," demişti İlkay - aralayıp serin rüzgarın biraz da arabanın içine girmesine izin verdi.
Oldukça dinçti şimdi. Güneş ışığı o ve diğer korkuları da beraberinde götürmüştü çoktan. Genç adam artık kendini daha ferah hissediyordu. İnanılmaz derecede özgürdü artık. İlkay'ın peşinden her yere de giderdi; çünkü kim olduğunu, nerden geldiğini bilmiyor, hafızasını kaybetmeden önce neler olduğuyla ilgili de hiç bir fikri yoktu.
"Ee, nereye gidiyoruz?" diye sordu İlkay'a.
"Şu andan bahsediyorsan, önce bir kasabaya uğrayıp biraz erzak filan edineceğiz. Paran yoktur eminim." Ama bunu karşısındakini yermek amacıyla ya da acıma duygusuyla değil de daha çok düz, ifadesiz bir sesle söylemişti.
"Malesef..." dedi sitemle, genç adam.
"Neyse o zaman, zaten geldik; bak şurada, ilerde."
İlkay'ın dediği doğruydu. Yavaş yavaş küçük bir kasabaya yaklaşıyorlardı. Genç adam arabanın saatte ne kadar kilometre hızla gittiğine baktı: Saatte ortalama elli, altmışla gidiyorlardı ve benzin deposu da ağzına kadar doluydu.
"İlginç," diye düşündü kendi kendine genç adam. "Demek ki, bundan önceki yerleşim yeri çok uzakta değildi."
Ama sesini çıkarmadı. İlkay'la yine bir güven sorunu tartışmasına dönmek istemiyordu.
BEĞENİRSENİZ DEVAM EDECEĞİM, ŞİMDİLİK BU KADAR YAZDIM... LÜTFEN YANLIŞLARIMI BELİRTİN VE DOĞRULARIMA ÖVGÜ DUYUN! :) (ŞAKA TABİKİ SONUNCUSU:))