Beşi de şaşırmıştı. Bu da ne demek oluyordu? Çok… çok saçma bir şeydi bu. Örgünün başı… ve de yarına güvenmenin… ya da sonu çözmek istediğinin… bir ek, kullanılacak… ya yarın ya da daha sonra olacak…ÖPEMEYECEĞİN YARATIK nedir?
“Hımmm… örgünün başı… ör… örgünün başı, ör!” dedi kendi kendine Mete. Bunu sanki başka bir yerde daha duymuştu; ama nerede? “Başka ne diyordu Bahattin? Söylesene,” dedi.
“…ve de yarına güvenmenin… ya da sonu çözmek istediğinin…” diye devam etti Bahattin.
Herkes Mete’ye şaşıran gözlerle baktı. Şifrenin başını çözmüştü. “-ör” eki kullanılacaktı… ve de yarına güvenmenin… bu da neydi? “-ya” mı?.. ya da yarına
güvenmenin sonu olacaktı. “-me” mi? Ama ikisi de başka eklerdi… şifre çok zordu, bu kesin; ama ne demek istiyordu bu?
Oktay, “’Örya-’ ya da ‘Örme-‘,” dedi kendi kendine. Herkes kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu, Bahattin dışında.
“Elindeki de ne?” dedi Mete, Bahattin’in elindeki kahverengi mermerden yapılma bir silindire bakarak.
“Ha, bu mu?” dedi Bahattin. “Bu bi’, kğipteks. İçinde yedi tane oyuk va’. Oyuklağın a’kasında ha’fler var. Bilmeceyi çözdüğünüzde ha’fleri bu oyuklağa, k’ipteksi döndü’eğek, ye’leşti’eceksiniz. Ama ve’diğiniz cevap kesinlikle doğğu olmalı.
“K’ipteksin içinde cam bir şişe ve o şişenin içinde de siğke var. Yanlış cevapla’sanız cam şişe kı’ılığ ve etğafına sa’ılı olarak duran diğeğ bir pa’şömenin üstüne siğke dökülü’
ve pağşömendeki yazının tamamı siliniğ. Bu yüzden de cevaptan kesinlikle emin olmalısınız.”
“Hadi, Oktay. Bu senin işin. Çözsene,” dedi Yunus Emre, alaycı bir tavırla.
“Beyler, boşverin şunu ya. Ben sıkıldım, gelin aşağı inelim. Çok susadım,” dedi İsmail ve tekrar aşağı inmeye koyuldular.
Bu sefer o kadar da zorlanmamışlardı. İnmek, çıkmaya göre daha iyiydi kesinlikle. Hava serindi ve saat, altıya yaklaşıyordu.
Hava hafif kararmıştı. Tepeden aşağı inmişlerdi. Kendilerine bir otel bulmaları gerekiyordu. Her yeri aradılar. En sonunda da küçük bir otel bulabildiler; çünkü tüm oteller doluydu.
Dış duvarları soyulmuştu. Beyaz üzerine mavi çizgileri vardı. Dört katlıydı ve saat, artık on olduğu için bundan başka seçenekleri yoktu.
Bir an birbirlerine baktılar ve içeri girdiler. İçeride onları siyah saçlı, bol sakallı, uzun bıyıklı biri karşıladı. Daha sonra onlara birkaç gece kalmaları için 69 ve 70 numaralı odaların anahtarlarını verdi.
Kendi dairesinin anahtarını alan Mete ve Samet - Mete, Samet’le, Yunus Emre ve Bahattin de İsmail’le kalıyordu. - merdivenlerden yukarı, oradan da kendi dairesine gittiler.
Bilmeceyi düşünerek, derin ve deliksiz bir uyku için, yataklarına yüzükoyun yattılar…
12 - Davetsiz Misafir
İsmail, Yunus Emre, Bahattin ile Mete ve Samet derin bir uykudaydılar şimdi. Saat gecenin bir yarısıydı. Hepsi deliksiz bir rüyanın içindeydi. Kim bilir, neler görüyorlardı?
Fakat, Mete’nin uykusu o kadar derin değildi. Çok susamıştı ve gördüğü rüyanın yarsında uyanmıştı. Dudakları kurumuş, sabırsızca içecekleri suyu bekliyordu.
Mete yatağında doğruldu, biraz bekledi; gözü karanlığa alışamamıştı. Biraz bekledi, sonra da ayağa kalkıp çantasına doğru yürüdü. Yürürken bir anda aklına bilmece geldi. Nereden geldiğini bilmiyordu. Gecenin bir yarısı aklına gelmişti işte.
“Örgünün başı… yarına güvenmenin başı… ya da sonu, çözmek istediğinin… üçüncüsüyse bir ek kullanılacak… dün değil, bugün de; daha sonra olacak… öpemeyeceğin yaratık nedir?” diye düşündü Mete. Sonra birden “vahiy” gelmiş gibi düşünceler geçti aklından: “Yarına güvenmek… güvenmek… güven… ümit… ümit! Evet ümidin başı ya da sonu, çözmek istediğinin…”
Mete, neyi çözmeye çalışırdı? Çözülmesi gereken şey neydi?
“Çözüm… çözmek, tersi de bağlamak… ama bağlamak doğru mu? Off… başım ağrıyor. Bu bilmece de ne? Nasıl bir düğümün içindeyiz? Biz bu düğümü nasıl çözeceğiz? Bu düğümü…”
Sonra aklına bir başka “vahiy” de gelmişti sanki. Şimdi hatırlamıştı: Bu bilmeceyi daha önce bir kitapta okumuştu. Hayatı boyunca en çok sevdiği kitap serisinde: “HARRY POTTER.”
“Düğüm… evet, evet… düğümün sonu… ‘-ğüm,’ yok yok, ‘-üm!’ Evet, düğümün sonu, ’- üm’… Şimdi, birleştirirsek, ‘örüm’ olur ve de üçüncüsüyse bir ek, kullanılacak… cak… cek… bu… evet, bu…” derken…
O sırada kapıda bir tıkırtı duyuldu. Kapının arkasındaki bir gölge, kapıyı zorluyordu. Daha sonra da yavaş yavaş kapıyı açıyordu. Gıcırdayan beyaz kapı yavaş yavaş açıldı. Siyah saçlı, uzun boylu, kirli sakallı bir adam içeri girmiş, odanın karşısında duran sarı saçlı, kısa boylu, birine bakıyordu; Mete de ona. Ne olduğunu anlamaz bir hâli vardı.
Siyah saçlı adam, hafif tereddütlü bir şekilde ve kekeleyerek konuştu: “Şeyy… af… affedersiniz… ku… kusura bakmayın… çok ö… özür dilerim… ben, şeyy… odamı şaşırmışım…” Elindeki anahtara baktı. “Burada 96 numara yazıyor… bense anahtarı ters tutmuşum… Anlıyorsunuz ya…” iyice korkmuşa benziyordu. Herhalde, hırsız sanılacağından korkmuştu.
Odanın kapısına doğru siyah bir siluet hareket ederken korkmuş adam devam etti: “Ben… is… isterseniz gideyim… fazla rahatsız etmeye… AHHHH!”
Kafasına büyük bir vazo yemişti. Yerde baygın yatıyordu. Işıklar yandı, yerde baygın yatan adamın, davetsiz misafirin yanında Samet duruyordu…
13 - Bilmecenin Cevabı
“Ne yaptın oğlum? Deli misin lan!” dedi Mete şaşırarak. Yerde yatan baygın adama bakıyordu.
“Bu adam,” dedi Samet, “Bu adam, bir hırsız ya da başka bir şey; ama buraya anahtarını ters tuttu diye girdiğini sanmıyorum.”
Samet’i hiç bu kadar sinirli görmemişti Mete. Hep espri yapar, güler, yine espri yapardı; ama bu gece, hiç olmadığı kadar sinirliydi.
“Nasıl yani? Nereden anladın, bu adamın hırsız olduğunu? Yani, biraz kekeliyor ve çok korkmuş; ama bu da onu suçlu göstermez ki. Adam kendisinin suçlu göründüğünü sanmış, hepsi bu.”
“Bu adam… hırsız.” Siyah saçlı adamın elinden anahtarı aldı ve inceledi Samet.
“Bak,” dedi. Anahtarı düz tutuyordu. “Burada, 96, yazıyor, değil mi?” Ve anahtarı ters çevirdi. Mete bunu görünce nutku tutulmuştu âdeta.
Samet numarayı ters çevirmiş, gülüyordu. “Oku, bakalım,” dedi yine kendini tutamadan gülerek.
Mete hâlâ yaşadığı şok ve karmaşayı atlatamamıştı. “Yine 96,” dedi.
Az sonra içeriden birkaç ayak sesi duyuldu. Gürültü gittikçe yaklaşıyor, Mete ve Samet’teki heyecan daha da artıyordu. Ne yapacağını bilemez bir haldeydiler. O koşanlar, bu siyah saçlı adamın koruması, yoldaşları, çetelerinin üyesi ya da herhangi bir şeyi miydi?
Sesler gittikçe yaklaştı ve heyecan hat safhaya vardı. Kapı yine gıcırdayarak açıldı ve içeri dört adamın siyah, belirsiz siluetleri adımlarını attı. Kapıda Oktay, Yunus Emre, İsmail ve Bahattin duruyordu.
“Ne yapıyorsunuz burada… bu adam da kim?” dedi Oktay inanamayan gözlerle bakarak. İsmail ve Yunus Emre de inanamamıştı. Bahattin ise hiçbir şey demiyor, yerde yatan halsiz, baygın adama bakmıyordu bile..
“Bu adamın kim olduğunu bize açıklar mısınız, beyler?” dedi İsmail. “Kim bu adam?”
Bahattin yerdeki adama daha sinirli bakmaya başlamıştı.
“Şşşt…” dedi Oktay. “Buraya birileri geliyor. Sessiz olun.”
Yine ayak sesleri ve yine aynı korku. Bu sefer daha da beterdi bu korku. Bu adamlar, bu sefer İsmail, Bahattin, Oktay ya da Yunus Emre olamazdı. Onlar burada, yıkık dökük daire içerisinde duruyor ve ayak seslerini dinliyorlardı.
Ayak sesleri gitgide yaklaştı ve… sonra birden azalmaya başladı. Yanlış odaya mı gidiyorlardı? Eğer öyleyse, bu Mete, Samet, Yunus Emre, İsmail, Oktay ve Bahattin için çok iyi bir fırsattı.
Mete cam kenarında durmuş aşağı bakıyor, belli ki yerle arasındaki mesafeyi ölçüyordu. Evin en üst katındaydılar…
* * * * *
Adamlar bu sefer doğru daireyi bulmuş gibiydiler. Çünkü, yakınlardan bir ses gelmişti. “Tak,” diye bir ses. Sanki, biri sert bir şeyi başka bir şeye vurmuştu.
69 numaralı odaya doğru koşmaya başladılar. Koştular, koştular, koştular… Odaya vardıklarında durakladılar. Birisi elindeki silahı kapıya doğrulttu. Diğeri onu oradan çekti ve kapıyı tekmeleyerek açtı. Bu gece yeterince ses yapmışlardı zaten.
Kapıdan içeri girdiler. İçeride yerde yatan baygın bir adam, o adamın hemen yanı başında da… bir vazo vardı. Hepsi bu kadardı. Odanın en uç kısmında bir pencere açıktı; içeri gecenin serin havası esiyordu.
Oda bomboştu. Hiç kimseden iz yoktu. Yerde bir kilim, hemen yanda iki yatak (çarşafları bozuktu) vardı.
Bu üç adamın birisi kahverengi saçlı, yeşil gözlüydü. Grubun lideri gibi duruyordu. Çok sakin ve… sinirliydi. Etraftaki dolapların kapıları ise ardına kadar açık, dolapların içleri bomboştu…
* * * * *
Samet, Mete’nin yanına geldi. Mete hâlâ camdan aşağı bakıyordu. Dışarısı bayağı bir serindi. Sokak lambalarının ise sadece bir kaçı yarı-sönük haldeydi. Sokak karanlığa bürünmüştü.
Samet, “Sen de benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?” dedi. Bir yandan da, o da Mete gibi, yerle aralarındaki mesafeyi ölçüyordu.
“Aynen,” dedi Mete. “Fazla yüksek sayılmaz, değil mi?”
“Deli misin? Burası en az yirmi metre vardır! Nasıl atlayacağız?”
“Bilemiyorum… Ben de onu düşünüyorum. Bir şekilde buradan çıkmamız gerek.” Mete çok zor bir karar verecekti. O sırada da bütün bilmeceyi unutmuştu.
“Benim bir fikrim var.” İsmail, yanlarına gelmişti. “Şu, aşağıdaki büyük kamyonu görüyor musunuz?” diyerek büyük bir yük kamyonunu gösterdi.
Kamyonun üstünde bol miktarda kum vardı. Bu saatte bu kadar kumu nereye götürüyordu ki?
“Ne? Manyak mısın, İsmail? Bu kadar yüksekten oraya mı atlayacağız? Aklını mı kaçırdın sen?” Yunus Emre ve Bahattin de yanlarına gelmişti. Yunus Emre şok içindeydi.
“Bence bu’adan atlayabiliğiz,” dedi Bahattin, yine sakin bir şekilde gülümseyerek. Bu kadar kargaşanın içinde hâlâ gülümseyebiliyordu. Çok tuhaftı; ama emin bir hâli vardı.
“Bence atlayalım,” dedi Mete. Herkes, ona hâlâ inanamayan gözlerle bakıyordu.
“Bence de,” dedi Yunus Emre. “Bence de atlayalım ve… geberelim. Ya bizi yakalayacaklar da öleceğiz, ki burası kesin değil, ya da buradan yaklaşık on metre aşağıdaki kamyona atlayacağız ve öyle gebereceğiz. Yarı-intihar girişimi gibi bir şey…”
Birden “tak,” diye bir ses duyuldu. Bahattin dolapların kapılarını ardına kadar açmıştı. Ve gereğinden fazla ses yapmıştı; çünkü, ayak sesleri bu sefer bulundukları odaya doğru geliyordu.
“Atlayacak mıyız, yoksa, atlamayacak mıyız?” Bahattin bu sefer kendini nerdeyse tutamayacaktı.
Sadece birkaç saniyeleri vardı. Kamyon aşağıda kırmızı ışıkta durmuş, yeşil ışığı bekliyordu. Beşi de ne yapacağını bilmiyordu; Bahattin çoktan atlamaya hazırlanmıştı. Camdan dışarı çıkmış, pencere pervazına tutunuyordu.
Derin bir nefes aldı ve…
Kendini havanın derin boşluğuna attı…
Bahattin’in elleri, kolları ve bacakları havada sürekli hareket ediyor, Bahattin kendini, kedi gibi, dört ayak üstüne getirmeye çalışıyordu.
Yunus Emre, Oktay, İsmail, Mete ve Samet aşağı, Bahattin’e bakıyorlardı. Sanki bir saniye, bir saat gibi geliyordu ve Bahattin yaklaşık “bir saat sonra” aşağı, kamyonun kumlu, yumuşak yüzeyine hafif bir iniş yaptı. Aslında yaptığı iniş pek de hafif sayılmazdı. Sağ kolunun üstüne düşmüş, şimdi onu tutuyordu, ama hâlinden memnun gibiydi. Eliyle diğerlerinin de yanına gelmesini işaret etti.
Önce Yunus Emre, sonra Oktay, sonra Mete, sonra Samet ve en sonunda da İsmail, aynı Bahattin gibi aşağı atladılar. Hava yüzlerine vururken, kalpleri küt küt atıyor, mide asitleri yükseliyor ve adrenalinleri doruğa ulaşıyordu. Ama başka çareleri de yoktu.
Sonunda hepsi kamyona atlamıştı. Yeşil ışığın çoktan yanmasına rağmen, kamyon şoförü hepsinin atlamasını beklemişti. Niye ki? NİYE? Basıp gidebilirdi. Suç da kendi üstüne olmazdı. Ama hepsinin atlamasını beklemişti. Hatta, yukarıdan aşağı doğru bakan kahverengi gözlü, sarı saçlı, yeşil gözlü, siyah ceketli bir adamın bağırmasını bile.
Kamyon yavaşça hareket etmişti. Bahattin kamyon şoförüne gidecekleri yeri söylemişti…
* * * * *
Mete’nin uzun zaman sonra aklına bir şey gelmişti. O kadar kar kargaşanın içinde bunu unutmuştu. Ama şimdi, bilmeceyi çözmenin verdiği, o heyecanlı his vardı içinde.
“Beyler,” dedi. Heyecanından kendini tutamıyordu; ama bunu belli etmek de istemiyordu. Devam etti: “Beyler, sanırım… sanırım ben bu şifreyi biliyorum…” Kalbi, camdan atlarken olduğundan daha hızlı atıyordu. “Şifre… ÖRÜMCEK…”
14 - Havada Küçük Bir Gezinti
Yaklaşık bir saat yolda gittiler. Bahattin şoförle konuşmuştu: Fransızca. Sonra arkadaşlarına bakıp aşağı inmelerini söylemişti. Kendisi de aşağı inmiş ve şoföre yine Fransızca teşekkür etmişti.
Kamyon yavaşça yoluna devam ederken hepsi önlerindeki manzaraya hayretle bakıyordu. İlerde birkaç uçak vardı. Hepsi de küçük uçaklardı. Ama beşinin de burada ne işleri vardı ki?
“Uçağıma hoş geldiniz,” dedi Bahattin, İlerdeki ufak tefek bir uçağı göstererek. “Ben, bi’ pilotum,” diye ekledi, beşinin de şaşkın bakışlarından sonra.
Demek, Bahattin bir pilottu. Peki, şimdi, uçakla ne yapacaklardı. Yani, niye uçak?
“Neden bu’ada olduğumuzu düşünüyoğsunuz, değil mi? Ben… son’a anlatığım. Şimdi bunu boşve’in de uçağımıza, Eagle of Regions’a binelim. Uzun bi’ yolculuk olacak. Hepinizin sı’ayla uçağa binmenizi istiyo’um.”
Beşi de şaşkın bakışlarla Bahattin’i süzüyorlardı.
“Hadi beyleğ, çabuk olalım, az sonra o adamlağ bu’ada oluğ. Bi’az acele edelim. Size açıklayacağım, diyoğum.” Cebinden Desert Eagle marka silah çıkarıp beşine doğru tuttu. “Size çabuk diyoğum! Acele edin! Hemen!”
Beşi de silahı görünce şaşırmışlardı. Başka çareleri yoktu. Ya uçağa bineceklerdi ya da bu, güzel, yepyeni görünen silahın kurbanları olacaklardı. Kim bilir, Bahattin onları vurmazdı belki de; ama bunu düşünmenin zamanı değildi şimdi.
Beşi de uçağa sırayla bindiler. Hepsinin yüzünde şaşkın bakışlar vardı. Ama, başka çareleri yoktu. Ne olduğunu anlayamamışlardı.
“Kule, kalkış için izin istiyorum,” dedi Bahattin, uçağa bindikten sonra. Kalkmaya hazırdı.
Az sonra cızırtılı bir ses duyuldu. Şöyle diyordu: “Ben kule, kalkış için izin verildi. İyi yolculuklar.”
Daha sonra kemerler takıldı ve yavaş yavaş uçak ilerlemeye başladı. İlerledi, ilerledi, ilerledi ve Bahattin hemen sağındaki kolu yavaşça geriye doğru çekerken uçağın burnu yükselmeye başladı. Yükseldikçe yükseliyordu. Kulakları sağır edercesine büyük bir uğultu duyuluyordu. Uçak gitgide havalandı ve… sonunda uçak havadaydı. Belli bir yüksekliğe doğru çıkıyordu. Bu arada, o uğultu da sona ermişti artık. Bahattin uçağı yükseltirken beşi de rahatlamış görünüyordu.
En sonunda uçak belli bir yüksekliğe kadar çıktıktan sonra kemerler çözüldü.
Bahattin bu gece son kez söyleyeceği şeyi söyledi: “Beyleğ, hepinizden bu tatsız olaylar için özür dilerim. Beni affetmenizi umuyo’um. Bu a’ada, nasıl, güzel kullanıyo’ muyum?
Ğahat mısınız? İsteyen uyuyabiliğ. Ya’ın, yaklaşık saat bi’ civağı oğada olu’uz. Ğahatlayın. Uyuyun. Önümüzde uzun bi’ yol vağ…”
15 - Şenol ve Selim
Saat, bire yaklaşıyordu. Beşi de (İsmail, Yunus Emre, Oktay, Mete ve Samet) derin bir uykudaydılar. Gece uyuyamamışlardı. O davetsiz misafir de kimdi? Niye bunlar olmuştu? Neden kovalanmışlardı? Bahattin hâlâ niye bu kadar mutluydu? Şüphesiz Fransız, oydu, değil mi?
“Hadi beyleğ, uyanın. Fğansa’dayız. Şu anda uçmakta olduğumuz kent, Pa’is. İle’ideki Eiffel Kulesi’ni göğüyor musunuz? Hiç o’aya çıkamadım, ama eminim çok güzel bir manza’ası vağdığ. En azından bu’adan daha iyi olduğu kesin; şu’adaki insanlağa bakın: Böcek gibileğ… Hadi ama! Uyanın artık! HADİ!” Bahattin saatlerdir sessizce yol almıştı. Onları Fransa’ya getirmişti. Paris’e. Burada ne işleri vardı ki?
Hepsi Bahattin’in ikinci kez bağırmasıyla yerlerinden fırladılar. Ama, onlar da haklıydılar; sonuçta bütün gece bir kovalama yaşamışlardı. Lâkin, uyanmaları gerekiyordu: Yoksa Bahattin hâlâ bağıracaktı.
Önce Mete, sonra Yunus Emre ve sonra da diğerleri uyandılar. Gözlerini ovuşturdular. Yüzleri çok soluktu ve saçları da karmakarışıktı.
“N’oluyo?” Samet uyanmıştı. “Oğlum, bu saatte uyandırılır mı ya? Bırak da biraz daha uyuyalım. Çok uykum var. N’olur, bizi rahat bırak. Öff…” diye iç çekti.
“Çok açım. Bir şeyler atıştıralım mı?” diye sordu Oktay. Gerçekten de çok açtı; çünkü, en son yemek yediğinde Gosselin’s Restaurant’ın lavabosu Oktay’ın kusmuğuyla dolmuştu.
“Ben de açım. Biraz çabuk olur musun Bahattin?” dedi İsmail. Yine sessizliğini bozmuştu. Karınları çok açtı.
“Yaklaşık, on dakika sonra ineceğiz. Söz veriyorum, size yine ısmarlayacağım; ama bu sefer o kadar da yemeyin, olur mu? Hadi biraz dişlerinizi sıkın.”
Bahattin’in dediği gibi, yaklaşık on dakika sonra, yeniden karaya inmişlerdi. Bahattin önce kuleden izin istemiş, sonra da inişi gerçekleştirmişti. Herkes, yeniden karaya ayak basmanın mutluluğu içindeydi.
Hava kapalıydı, soğuktu. Eiffel Kulesi tüm ihtişâmıyla gözler önünde, bir zürafanın boynu gibi gitgide uzuyordu. Altısı da muazzam büyüklükteki kuleye bakıyorlardı.
“Ee, aç değil misiniz, beyleğ?” dedi Bahattin. Bir yandan da memleketi Paris’e göz gezdiriyordu. Belki de güzel bir restoran arıyordu. Sanki bildiği bir yer varmış gibi onu arıyordu.
Saatine baktı ve, “Saat henüz e’ken. Gidip bi’ şeyleğ atıştı’alım mı?” dedi.
Hepsi, olur, şeklinde başlarını salladılar. Karınları çok açtı. Son olaylardan beri pek ses çıkarmaz olmuşlardı.
En sonunda restorana gittiler. Gittikleri yerin adı Lé Sennol - Lé Sellimi idi. Garip bir ismi vardı. Çok kasvetli bir bina olan Lé Sennol - Lé Sellimi, iki kattan oluşuyordu. En dışta kocaman, içeriyi gösteren camlar vardı. Üstlerine beyaz üzerine kırmızı çizgili gömlek, altlarına siyah ve kırmızılı kumaş pantolon giyen garsonlar içeride hummalı bir şekilde çalışıyorlardı: Birileri mönüyü alıyor, diğerleri de hemen, müşteri ne istediyse onu getiriyorlardı.
Binanın iç kısmı da kahverengi ahşap kaplıydı. Tepelerde sarı lambalar, her köşede tablolar bulunuyordu. Çoğu da ünlü ressamlara aitti: Vincent Van Gogh, Pablo Picasso, Leonardo Da Vinci, Monét., Rafael, Donatello, Michelangelo…
Tavanda kırmızı, süslerle döşenmiş avizeler vardı. Müşterilerin oturdukları koltuklar da (bu restoranda sandalye bulunmuyordu) yine kırmızı renkteydi.
Bütün bu kasvetli ortamı bozan, biri zayıf, beyaz tenli, uzun boylu; diğeri kilolu, biraz daha koyu tenli, yanındakine göre daha kısa boylu iki adam, bizimkilere doğru geliyorlardı. Bahattin’i gördüklerine sevinmiş gibiydiler. Hemen Bahattin’le tokalaşmış, Fransızca bir şeylerden bahsetmiş - büyük olasılıkla havadan sudan şeyler -, uzun bir süre sohbet etmişlerdi.
Birkaç dakika sonra Bahattin diğerlerine dönüp, “Evet beyleğ, bu a’kadaşlağ benim en sadık dostla’ımdığ. Çok iyi Tüğkçe bili’leğ. Benden daha iyi konuştuklağı kesin,” dedi. Daha sonra da uzun boylu, açık tenli olanı gösterip, “Bu a’kadaşın adı Şenol,” dedi. “O da benim gibi uzun süre bu’ada kalmış bi’i. Şu anda Fğansız vatandaşı. Diğe’ a’kadaş da öyle; Selim.”
El sıkıştılar. Şenol bir masa gösterip, “Buyurun beyler,” dedi. Bahattin gibi konuşmuyordu; aksine çok iyi bir şivesi vardı.
Hepsi de büyük, kırmızı bir koltuğa geçtiler. Önlerinde mönüler vardı, ama yazılar Fransızca’ydı ve Bahattin’den yardım almaları gerekiyordu. Bahattin bütün yiyecekleri ve içecekleri tercüme ettikten sonra hepsi de yemeklerini seçtiler. Şenol ve Selim, Türk
olukları için mönüde İskender Kebap’a bile yer vermişlerdi. Beşi de İskender Kebap yiyeceklerdi; Bahattin ise her zamankinden: Salyangoz…
16 - Eski Dostlar
Hasan adında uzun boylu, hafif koyu tenli, kısa saçlı bir barmen vardı. Barın sahibiydi ve işlettiği barın adı, “Liqueur,” idi. Likör anlamına geliyordu. İşlettiği yer, o kadar eskiydi ki; herkes bu barı bilirdi. Hasan’a babasından, babasına da dedesinden kalmıştı burası. Bar, geceleri daha çok iş yapardı, ama son günlerde işlerde bir gariplik olmuştu: Müşteriler akşamları değil, sabahları ya da öğlenleri bu bara geliyorlardı.
İşte o günlerden biriydi bugün de. Fakat, canı nedense bugün çok sıkkındı. Elindeki bira bardağını en az otuz kez yeniden silmişti. Sürekli müşterilere bakıyor, sanki birini bekliyordu. Oysa, beklediği herhangi biri yoktu. Ama, canını sıkan adamı bulursa onun hakkından gelecekti… ya da onun canını sıkan herhangi bir şeyden.
Havalandırmadan gelen ışık öbeğinde tozlar uçuşuyordu. Havalandırma bozuktu. Uzun süre önce bozulmuştu, ama nedense canı tamir ettirmek istemiyordu. Canı bugün hiçbir şey yapmak istemiyordu. Hiçbir şey…
Uzun zamandır ayaktaydı ve kimse de bir şey içmek istemediği için yanındaki tabureye oturdu.
Hâlâ elindeki bardağı silmekteydi. Daha sonra, durup dururken, aklına eski günleri geldi. Okuldaki eski günleri. Mehmet Rauf Lisesi’ndeki eski günleri… Ne de güzel günlerdi onlar; fakat canı şu anda çok sıkkındı. Nedensiz bir şeye canı sıkılmıştı… Sonra yine eski günler canlandı gözünde. Çoğu da, belki saçma, ama güzel anılardı.
Bayağı bir dostu vardı: Suat, Olkan, Niyazi… Mete… Yunus Emre… İsmail… Samet… Oktay… Hepsini de düşünüyordu şimdi. Bir daha asla buluşamayacaklardı. “Bir daha asla…” diye geçirdi içinden.
Az sonra içeri sekiz genç girdi. Onların kim olduğunu görmek için ileri doğru bakındı. Kalabalıktan onların kim olduğunu göremedi. Ama kendini daha fazla zorlamasına gerek yoktu; çünkü o sekiz kişi şimdi onun yanına geliyordu. “Daha çok müşteri,” dedi kendi kendine. Ama az sonra, onların aslında kim olduğunu görünce nefesi tükendi, nutku tutuldu âdeta. İnanamıyordu… onlar… onlar… onlardı işte! Beşi de orada duruyordu: Mete, Yunus Emre, İsmail, Samet ve Oktay; yalnız… diğer üç kişiyi tanımıyordu. Onların kim olduğu o kadar da önemli değildi. Herhalde yeni arkadaşlarıydı. Ama orada, tam önlerinde durmuş, kendisine gülümseyen arkadaşlarını gördüğünde canının kime ve neye sıkıldığını anlamıştı: Yeni bir macera ve eski dostlar…
17 - Restoran’da
Çatal kaşık sesleri… hafif bir klasik müzik… yemek yerken konuşan, sohbet eden insanlar… gidip gelen garsonlar… güzel yemek kokuları - Ee, ne de olsa Fransız yemeği bunlar - ; dışarıda kapalı bir hava… bankadan para çeken insanlar… sevgilisiyle el ele gezenler… ya da yalnız başına parkta kuşlara yem atan yaşlı dedeler… uçuşan birkaç güvercin…
Doya doya yemeklerini yiyip sohbet etmeye başladılar bizim beşli: Eski günlerden, havadan, sudan, vs...
Şenol ve Selim de bizim beşlinin, yani, Yunus Emre, Mete, Samet, İsmail ve Oktay’ın yanında oturmuş ve birer porsiyon İskender yemişlerdi. Bahattin tuvalete gideceği bahanesiyle masadan kalkmıştı. Kalkmasının asıl sebebi İskender Kebap’ı sevmemesiydi. Fransız olduğu için herhalde. Bu tür şeyleri pek sevmezler onlar. Fakat bir tadına baksa…
Bahattin şimdi de dışarıda durmuş hava alıyordu. Bizimkiler de hâlâ sohbet ediyorlardı. Az sonra Şenol’un ilginç fikri garip bir sessizlik yaratmıştı.
“Beyler,” dedi - Bu Fransızlar da hep lafa, “beyler,” diye başlıyordu - “Benim çok iyi bildiğim bir bar var. Adı, Liqueur. Sıkıldım mı oraya giderim. Ne dersiniz, gidelim mi? Hem de değişiklik olur. Bahattin için de iyi olur. Ne dersiniz?”
“Olur,” dediler hep bir ağızdan ve bara gitmek için kalktılar. Sonra İsmail bir şeyi fark etmiş gibi, “Hey,” dedi. “Borcumuz ne kadar?”
“Ne borcu, oğlum? Kafayı mı yedin? Bizdensiniz,” dedi Selim. “Hadi… eski dostu bir ziyaret edelim…”
18 - Hotel Ritz
Hasan’la karşı karşıya geldiklerinde heyecanlarını gizleyememişlerdi. Hasan onlara, onlar da Hasan’a bakıyordu. Aradan kaç yıl geçmişti, kim bilir? Belki on, belki on beş. Ama, şimdi karşı karşıyaydılar.
Hasan elini önce Yunus Emre’ye uzattı. Hiç değişmemişti. “Hoş geldiniz, beyler,” dedi. Yunus Emre Hasan’ın eline hiç bakmadı. Hâlâ Hasan’ın yüzüne bakıyordu. Çok şaşırmıştı.
Hasan elini daha sonra Mete’ye uzattı. Belli ki ondan da aynı şeyi bekliyordu; hemen elini onun bir yanında duran Oktay’a uzattı. Ama daha Oktay, elini uzatamadan Mete, onun elini yakaladı ve, “Hoş bulduk,” dedi. Tokalaştılar.
Hasan elini bir sonrakine uzattı. Oktay’a. El sıkıştılar.
“Hoş geldin, adamım,” dedi Hasan.
“Hoş bulduk,” diye karşılık verdi Oktay.
Daha sonra da diğerleriyle tokalaştı Hasan. Sonra Şenol’a döndü. “Siz de hoş geldiniz,” dedi. “Adınız…”
“Şenol.” Elini uzattı, “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. Selim de aynı şeyi yaptı. Hasan’la el sıkıştı. Gülümsedi ve “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi.
* * * * *
Bir-iki saat orada kaldılar. Bu gece yatacak bir yere ihtiyaçları vardı. Yine Şenol’un bir tanıdığı sayesinde paçayı kurtarmışlardı. Gece kalacakları bir yer vardı: Hotel Ritz.
“Sahibi genç bir adammış. Zayıf ve hatırı sayılır derecede kısa boylu biriymiş. Eskiden gözlük kullanmazmış - ilkokul yılları dışında. Bir zamanlar evren ve uzay hakkında tezler yazmış, birkaç deneme yazmış, ama sonra yazdıkları pek tutmamış.
“Bir ara roman yazmayı denemiş: Bilim-kurgu dalında. İlk başlarda çok satmış; ama çoğu yazar gibi unutulmaya yüz tutmuş.
“Aradan geçen birkaç yıldan sonra büyükbabasından ona miras kalan Hotel Ritz’in sahibi olmuş. Yazdığı kitaplar yüzünden gözlük kullanmak zorunda kalmış. Kitaplarına devam etmek istemiş, ama Hotel Ritz gibi bir yerin sahibiyseniz kafanızı kaşıyacak vakit bulamazdınız. Onun için de durum böyle olmuş. Adı ise Koray’mış.”
Şenol’un anlattıkların pür dikkat dinlediler. İlginç bir adam, diye düşündüler… sonra da konuşmaya, başka şeylerden bahsetmeye devam ettiler. Şenol acaba bu kadar şeyi nereden biliyordu?
Liqueur’dan çıktıklarında hava epey kararmıştı. Yağmur hafiften serpiştirmeye başlamıştı bile. Hasan, onlar giderken her birine telefonunu vermişti. Aramak istedikleri zaman onu arayabilirlerdi.
* * * * *
Hotel Ritz’in meşeden yapılma, döner kapısının önündeydiler. Hepsi de muazzam büyüklükteki yüzlerce odaya sahip bu otele bakıyordu.
Şenol kafasını, “Hadi,” der gibisinden sallayıp içeri girmelerini söyledi. Ve sırayla dönen meşe kapıdan geçtiler.
Hotel Ritz’in içerisi dışından daha muazzamdı. Ortada oval şeklinde bir havuz duruyordu. Üstünde ise bir ceylan ve onu kovalayan bir avcının heykeli vardı. Ağızlarından ve burunlarından su akıyordu. Tüm otel altın sarısı renkteydi ve insanın gözünü kamaştırıyordu. Hemen yanlarında resepsiyon vardı. Resepsiyonda duran adamın saçları açık gri renkteydi ve neredeyse saçları yok gibiydi. Tüm giriş salonunu dolduran bir müzik vardı. Hoş bir müzikti. Celine Dion’dan “My Heart Will Go On”. Şarkı tüm salonu doldururken insanlar ya yürüyor ya da altın sarısı renkteki yumuşak, geniş koltuklarda oturup kafayı dinliyorlardı. Az ilerde de açık büfe göze çarpıyordu. Aşçı bol kilolu, tombul yanaklı biriydi. Oradan yiyecek alan insanlara karşı pek hoş görülüydü. Tam gerilerinde büyük bir balkon bulunuyordu. Balkondan bakan küçük çocuklar göze çarpıyordu. Anneleri çocuklarının sarkmaması için onları çekiştirip duruyordu. Yaşlı adamlar ise gazeteleri karıştırıp, pipolarını içine çekerek geniş koltuklarına yaslanıyorlardı…
* * * * *
Birkaç saat sonra Samet, Mete, İsmail, Oktay, Yunus Emre, Şenol ve Selim’in oturdukları masaya zayıf, gözlüklü, kısa kahverengi saçlı, orta boylu bir adam yaklaştı.
Herkes de yedikleri yemeklerle uğraşıyorlardı. Burada İskender Kebap yoktu tabi. Onun için de farklı farklı Fransız yemekleri yiyorlardı. Bahattin şu anda yanlarında yoktu. “Bir işim var,” diyerek oturdukları masadan kalkmıştı. Bu sefer sevdiği yemekler vardı ama, yine de gitmişti.
Zayıf adam masaya oturdu. Herkes şaşkınlıkla ona bakıyordu. Bu adam da kimdi?
Şenol araya girerek, “Beyler, bu arkadaşın adı Koray. Aynı bizim gibi, sonradan Fransız vatandaşı olanlardan. Babası da Fransız’mış. Şu anda Gizli İstihbarat Ekibinde çalışıyor, Koray’ın babası,” dedi.
“Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi Mete.
“Ben de.”
“Hoş geldiniz, benim adım Yunus Emre.”
“Hoş bulduk.”
“Benim adım da İsmail.”
“Tanıştığımıza memnun oldum.”
“Ben de Oktay.”
“Ben de Samet,” dedi Samet hafif kıkırdayarak.
“Hepinizle tanıştığımıza memnun oldum,” dedi en sonunda bıkkınlık gelerek. Sonra da dedi ki, “Ee… şeyy… ne dersiniz yukarı çıkalım mı? Bahattin beni orada bekliyor.”
19 - FRANSIZ
-I-
Üst kattaki oda, kasvetli bir görünüme sahipti. Bilgisayar doluydu bu oda. 10’dan fazla gizli kameraya sahipti. Hotel Ritz’te en az otuz-otuz beş kamera falan vardı ama, bunların çoğu sahteydi; hırsızları, orada bulunan insanların çalma hırslarını geri çevirmek içindi. Mesaj açıktı: Dikkat et, izleniyorsun.
Mete, bilgisayarlardan birinin yanına gitmişti. Böyle bilgisayarları hep televizyonlarda görmüştü, alışıktı ama; canlı canlı karşısında duran bilgisayara bakarken heyecandan kalbi duracaktı.
Oktay, Şenol’la bir şeyler konuşuyordu. Herhalde, o da bilgisayarları merak etmişti. Uzun uzun, bir konu üzerinde tartışıyorlardı.
İsmail, sessizce bir köşede durmuş, etrafa bakınıyordu. Aklından türlü türlü düşünceler geçiyordu.
Yunus Emre, hemen Bahattin’in yanına gitmiş, ona bir şeyler sormaya başlamıştı. Niçin burada olduğunu, ne yaptığını; ve belki de Fransız olup olmadığını…
Samet de az sonra Mete’nin yanına gelmişti. O, bir bilgisayar mühendisiydi sonuçta. Bu konulardaki bilgisi, Mete’den daha fazlaydı.
Şenol ve Selim ise, Koray’la bir şeyler konuşuyorlardı. Koray’ı nereden tanıyorlardı, kim bilir? Ya Hasan’ı? Bunların hiçbirine şu anda cevap bulunamamıştı.
Bir yarım saat sonra Koray kalabalığa seslendi: “Arkadaşlar! Yanıma bir gelir misiniz?”
Herkes onun etrafına toplandı.
“Size önemli birkaç sözüm var,” dedi Koray ve devam etti: “Evet beyler… Buraya niçin geldiğinizi merak ediyorsunuz, değil mi? Niçin tüm bunlara katlanmak zorunda olduğunuzu… Niye Fransa’da bulunduğumuzu… Benim bu konuyla ne gibi bir alâkam olduğunu… Hatta, Rodos’taki otelinize gizlice giren adamın kim olduğunu… sizi kimlerin kovaladığını… değil mi?”
Beşi de, “evet” anlamında başlarını salladı. Çok heyecanlanmışlardı! Bütün bu sorular cevap bulacaktı! İşin garip yanı, Koray, bunlara nasıl cevap verecekti?
“Size söylemem gereken şeyler şunlar, beyler: Siz… nasıl desem… biz sizi… ya da şu şekilde söylersek… ben…”
“Ee… hadi ama!” diye sinirlendi Samet.
“Fransız, sizce, kim, beyler? Tahmini olan ya da bir bildiği olan var mı?” dedi Koray konuyu değiştirerek.
Samet çok heyecanlanmıştı. Fransız’ın kim olduğunu biliyordu ve bunu söylemek için can atıyordu. Kendini tutamadan, “BAHATTİN!” diye bağırdı. Sesinin çok çıktığını fark etti ve biraz daha alçak sesle, “Fransız, Bahattin…” dedi.
Koray gülümsemişti. Hatta Bahattin bile. Uzun zaman sonra yine gülümsüyordu. Fransız’ın kim olduğunu bulan kişiye, yani Samet’e bakıyordu…
“Beyler… Fransız… benim,” dedi bir ses, uzaklardan.
Samet, o yöne doğru baktı. Bizim Beşli de o yöne doğru baktı; çünkü Bizim Beşli de, Samet gibi, Bahattin’e bakıyordu. O yönde ise sadece zayıf, gözlüklü, orta boylarda bir adam duruyordu. Bu adam, Koray’ın ta kendisiydi… Yani… Fransız, Koray’ın ta kendisi miydi? Bu imkansızdı! O olamazdı! Fransız, Bahattin’di… Neden mi? Çünkü… çünkü… Samet öyle demişti. Türk gibi de konuşamıyordu. Türkçe’yi doğru düzgün telaffuz edemiyordu… Rodos’a onlarla birlikte gelen, onları, dağ sandığı, büyük bir tepeye çıkartan, onlara Fransız gibi davranan oydu… Yani… o… Fransız’dı… Koray olamazdı… Bu bir şaka olsa gerekti… Yani… Fransız… Koray mıydı?
“Evet beyler, Fransız, Bahattin değil, benim. Size o yeşil kartı yollayan, Kripteksi bir helikopterle sizin ta ayağınıza kadar getiren, Fransız… bendim.”
Koray, diğerlerinin bir şeyler söylemesi için biraz bekledi. Sonra da yine sessizliği bozarak devam etti: “Şimdi, siz bütün soruların cevabını bekliyorsunuz, değil mi? Rodos’taki davetsiz misafirin kim olduğunu, mesela.”
“Evet,” dedi İsmail şaşırtıcı bir şekilde. Hep sessiz durmuştu. Hiç konuşmamıştı. Sanki hep bu anı beklemişti. Bir patlama anını. Kendini tutamayarak, “Başından beri Fransız’ın Bahattin olmadığını biliyordum!” dedi. “Hep sessizce bekledim. Bir gün bir yerden Fransız’ın çıkmasını. Niye bu kadar sessiz olduğumu sanıyorsunuz, ha? İşte bu yüzden: Fransız’ın bir yerden çıkmasını beklediğimden! Ama bir sorum var sana, Fransız: Niye Beş? Niçin dört, ne bileyim, sekiz ya da iki-üç kişi değil de beş? NİYE?”
“Bunun cevabını en son vereceğim. Şu anda sırası değil. Ama önce size başka soruların cevaplarını vermek istiyorum: Mesela, ‘Davetsiz Misafir’ in kim olduğu?”
-II-
“O adamın kim olduğunu size söylemeden önce şunları belirtmek istiyorum: Sonuçta, Davetsiz Misafir’in kim olduğunu çok merak ediyorsunuz; bunu biliyorum. Ama biraz beklemenizi istiyorum.
“Hepimiz, başkaları tarafından yönetiliyoruz. Örneğin, okullar, MEB tarafından yönetiliyor, değil mi? Yani lisede ve ilköğretimde üniformalar giyiyorsunuz. Buna karşı çıkamazsınız. Niye? Çünkü, MEB tarafından bir yasa konulmuş: Okul kuralları. Siz de buna uymak zorundasınız.
“Ya da başka bir örnek verelim: Hepinizin patronları var. Mesela, İsmail’in bir teknik-direktörü var. Mete, senin de bir müdürün ve rektörün var. Senin Samet, bir patronun var. Aynı zamanda sizlerin de, Oktay ve Yunus Emre…”
“Peki, sen bizim hangi işlerde çalıştığımızı nereden biliyorsun?” dedi İsmail.
“Bütün bunları nereden mi biliyorum? Asıl merak ettiğiniz bu mu? Şöyle cevap vermek gerekirse: ’Ben sizi izliyordum ve hâlâ da izliyorum,’ iyi bir cevap olur; sizi buraya kadar izledim; tüm yaşantınızı. Çünkü, size vereceğimiz bu görevde, sizin nasıl biri olduğunuzu bilmemiz gerekiyordu. Bütün bunlara hazır mısınız; bilmemiz gerekiyordu. Aynı, gönderdiğim mektuptaki gibi, değil mi? Yani sizin bu görev için hazır olup olmadığınızı bilmemiz gerekiyordu. Bu yüzden de, sizin tüm yaşantınızı izledik. Çocukluğunuzdan, ergenliğinize; yetişkinlikten, bir iş sahibi olana kadar… Ve şimdi buradasınız. Adaya gitmeye hazır…”
“Peki, o ‘Davetsiz Misafir’ kimdi? Ve niye bizi kovaladılar?”
“Çünkü, onlar, buna karşı çıkıyorlardı. Size verdiğimiz görevin tamamen yanlış olduğunu, sizin bu işlere bulaşmamanız gerektiğini söylüyorlardı.”
“Onlar kim?” dedi Samet.
“Onlar mı?” Koray gülümsedi. “Onlar, sizi yönetenler. Aynı, bizim gibi.”
“Nasıl yani? Onlar, aslında bizim patronlarımız mı? İçlerinde benim patronum da var mı?”
Koray yine gülümsedi. Bu seferki daha da belirgindi. Sanki Samet, yanlış bir şey söylemişti. “Hayır. Size anlatmaya çalıştığım da bu. Onlar da, aynı bizim gibi, sizi izleyenlerdenler. Bu yüzden de buna kaşı çıktılar.”
“Peki, Bahattin’in kim olduğunu, bize söyler misin?”
“O, benim uşağım. Ya da sağ kolum; siz nasıl isterseniz öyle deyin. Benim yanımda çalıştı. Yıllarca… Sonra da, onu size gönderdim. Sizi izlemesi ve bana getirmesi gerekiyordu. Hata olmamalıydı. O kamyon gibi…”
“Hangi kamyon?” dedi Mete. Sonra da hatırladı o günü. Pencereden atladıkları o ânı, o unutulmaz ânı. Halbuki o gece tamamen unutulmuştu. Bütün bu başlarına gelen olaylar yüzünden her şeyi unutmuşlardı neredeyse.
“O gece, pencereden atlayacağınız zaman, o kamyon benim tarafımdan sizin pencereniz altına yerleştirildi. Hata olmaması gerekiyordu. Bu yüzden de bütün her şeyi bilgisayarlarla hesapladık. Hatta kırmızı ışığın ne zaman yanacağını bile…”
“Benim asıl merak ettiğim, kripteksteki ‘Örümcek’, ne işe yarıyor? Yani ne anlama geliyor?” dedi Mete. “Hem… hem bu arada kripteks nerede?”
Bahattin, ceketinin cebinden kahverengi, yedi oyuklu, mermerden yapılma kripteksi çıkardı. Henüz, ‘ÖRÜMCEK’, kelimesinin harflerini oyuklara yerleştirmemişti. “Al,” dedi ve kripteksi Mete’ye uzattı.
Mete, kripteksi aldı ve yavaş yavaş oyukları çevirdi. Her seferinde farklı harfler geldi. Yunan Alfabesi’nden, Kiril Alfabesi’ne… Sonra da Latin Alfabesi’ne sıra geldi… Yine yavaş yavaş oyukları çevirdi ve, ‘ÖRÜMCEK’, yazısını oluşturdu.
“Cevaptan emin misin?” dedi İsmail. Çok tereddütlü gözüküyordu.
“Hiç olmadığım kadar eminim,” dedi Mete ve yavaşça kripteksi uçlarından çekti.
Kripteksten hafif bir çalkalanma sesi duyuldu. Mete kripteksi açtı; içinden bir parşömen çıkardı. Kripteksi, dikkatlice bir kenara koydu. Parşömeni açtı ve heyecan içinde kağıda baktı. Gördüğü şey karşısında, hayatında bir kez daha aynı mutluluk ve heyecan hissine kapıldı…
20 - Adaya Yolculuk
- I -
Mete’nin karşısına çıkan bir haritaydı. Çok eski bir görünüme sahipti. Bazı yazıları silikti ama, yine de o parşömen kokusu… macera demekti.
“Bununla biz ne yapacağız?” diye sordu Mete.
“Size verdiğimiz görevi yerine getireceksiniz. Bulduğunuz hazineyi ise, yine benim özel helikopterimle bana getireceksiniz. Daha sonra da hazinenin yüzde ellisini sizlerle paylaşacağım.” Koray çok emin konuşuyordu.
“Peki, niçin o hazineyi gidip sen bulmuyorsun? Yani, bizim ne önemimiz var? Neden?” dedi Yunus Emre. Uzun bir aradan sonra tekrar konuşuyordu.
“İşte bu, size vereceğim son cevapla ilgili; yani niçin beş kişi seçtiğimizle ilgili.”
“Peki can güvenliğimiz için bize yardım edecek misiniz?” Oktay endişeli görünüyordu.
“Bundan emin olabilirsiniz.”
“Peki, bizi o adaya nasıl götüreceksiniz?” Samet çok meraklı görünüyordu.
“Benim özel uçağımla. Sizi orada bir rehber karşılayacak.”
“İyi de, bu ada nerede? Yani bu gizli ada neresi?” dedi İsmail.
“Avustralya’nın yakınlarındaki küçük bir ada. Adını tam olarak hatırlamıyorum.”
“Sen bu adanın nerede olduğunu nereden biliyorsun?” dedi tekrar İsmail.
“Bunun cevabını çok yakın zamanda öğreneceksiniz.”
“Peki, adaya ne zaman gideceğiz?” dedi Mete. Uzun süredir uykusuz gibiydiler. Buraya, Hotel Ritz’e, uyumak için gelmişlerdi.
“Yarın saat 16.30’da…” dedi Koray. “Sanırım uykunuz gelmiştir. Saat… on buçuk. Erkenden yatmanız, sizin için iyi olacaktır… İyi geceler arkadaşlar,” dedi ve her biriyle bu gecelik vedalaştı. “Yarın uzun bir gün olacak…”
* * * * *
Sabah, kalkar kalkmaz üzerlerine giyecek bir şeyler ayarladılar, Samet, İsmail, Mete, Yunus Emre ve Oktay.
Bugün Mete’nin üstünde turuncu, üzerinde beyaz çiçekler bulunan kısa kollu bir gömlek vardı. Oktay’ın üstünde ise açık mavi bir tişört vardı. Yunus Emre’de de beyaz bir tişört vardı. İsmail de diğerleri gibi tişört giymişti. Mavi renkteydi tişörtü. Samet ise bugün yeşil bir tişört giymişti.
Hepsi de yavaş yavaş giyinmişlerdi ve şu anda da balkondan deniz manzarasını seyrediyorlardı. En üst kattaydılar ve kaldıkları oda ise Kral Dairesi idi. Tamamıyla müthiş bir görünüme sahipti bu oda. Manzarası ise müthişten bile üst dereceydi. Kelimeler bu manzarayı anlatmak için yetersiz kalıyordu âdeta…
Serin bir meltem yine yanaklarını okşuyordu. Aşağıdan arabalar geçiyordu ve her biri de oyuncak araba gibi görünüyordu. İnsanlar ise neredeyse, yok denilecek büyüklükte görünüyorlardı. İlerde çok güzel bir deniz vardı. Sonu görünmüyordu…
Hava bulutsuzdu ve güneş, tüm parlaklığıyla göz kamaştırıyordu. Temiz hava kokusu insanın ciğerlerine işliyordu (Bizim Beşli de o sırada derin bir nefes alıp-verdiler.)…
Daha sonra da küçük bir uçak gökyüzünde göründü, birkaç saniyeliğine. Arkasında beyaz bulutlar bıraktı. Ve bu müthiş görüntü karşısında Mete, İsmail, Oktay, Yunus Emre ve Samet de balkonda oturup çay içmeye karar verdiler. Kahvaltılarını burada, diğer insanlar gibi, yapacaklardı…
Saatine bakan Oktay, “Daha saat on. Hâlâ bir altı saatimiz var,” dedi.
“Sizce bu rehber kimdir?” dedi Samet. Maksat konuşmaktı. Ve tabi ki hiçbiri de bu rehberin kim olduğunu bilmiyordu. Ama hava çok güzeldi ve insanın sohbet edesi geliyordu.
“Bilmem. Herkes olabilir… Ne dersiniz, bir tahmin yürütelim mi? Hani eski arkadaşlardan filan. Eğlencesine,” dedi Mete.
“Olur,” dedi Oktay ve bir tahmin yürüttü: “Olkan,” dedi. Herkes sırıttı.
“Ya da Niyazi,” dedi Yunus. “Pompala Niyazi.” Bu sefer herkes güldü.
“Ramazan… İmam olan hani,” dedi İsmail. Herkes gülmekten kırılıyordu.
“Bir de Deniz çıkıyormuş,” dedi, kendini tutamayan Samet.
“Ya da,” dedi Mete. “Kim bilir, belki de Hasan olabilir…”
- II -
Telefona ilk koşan Mete olmuştu. Telefonu açtığı gibi Koray’ın numarasını aradı (Koray, onları odalarına yollarken, kendi telefon numarasını vermişti).
“Alo…” Koray uykulu bir şekilde telefonu açmıştı.
“Günaydın Koray, ben Mete. Şey diyecektim…”
“Hangi Mete ya…”
“Dünkü Mete,” dedi ve sonra da ekledi: “Seçilmiş Mete.” Güldü.
“Ha… Pardon ya. Çok uykusuzum. Ee… Evet?”
“Ben şeyi soracaktım: Bizim için göndereceğin rehber… kim?”
“Ha. O mu? Şey… Adını unuttum ama, o da aynı bizim gibi; yani sonradan Alman vatandaşı olanlardan. Adı…”
ÇAT!
Mete telefonu, Koray’ın yüzüne kapatmıştı. Çok heyecanlanmıştı. Demek rehber Hasan’dı ha? Bizim Hasan… Hani barmen olan… O adamın yabancı dili var mıydı? Rehber olacak nitelikleri taşıyor muydu? Aslında bunların pek de önemi yoktu. Sonuçta, tanıdıkları biri, onlara rehberlik edecekti. Bu iyiydi. En azından güvenecekleri biriydi bu Hasan.
Mete diğerlerine döndü ve, “Arkadaşlar, rehberimizin kim olduğunu artık çok iyi biliyoruz,” dedi. “Hasan.”
“Hasan ha? Vay anasını. Bizim Hasan ha? İyi,” dedi Yunus Emre.
“Vay be. Aynı eski günlerdeki gibi. Macera kokusu alıyorum,” dedi Samet.
* * * * *
Saat 16.25. Hotel Ritz’in meşeden yapılma, döner kapısının önü…
Sırt çantalarını, spor ayakkabılarını, tişörtlerini giyen Samet, Mete, İsmail, Yunus Emre ve Oktay, meşe kapının önünde durmuş Koray’ın onları özel uçağına götürecek olan özel arabasını bekliyorlardı.
Birkaç dakika sonra Citroën C4 marka, lacivert, hatch-back araba kapının önünde durdu. İçinden kızıla çalan sarı saçlı, iri yapılı, geniş çeneli, otuzlu yaşlarında bir adam indi. Onları havaalanına götürecek olan arabanın şoförüydü bu adam.
Kapıları açtı ve beşinin de arabaya sırayla binmesini izledikten sonra kapıyı kapattı. Kendi koltuğuna oturdu ve motoru çalıştırdı. Arabayı yavaşça hareketlendirdi.
Araba hızlanarak ilerlerken yandaki pencerede görüntüler kaymaya başladı. Hava çok sıcak olduğu için Oktay hemen camı açtı. Arabanın içinde bunaltıcı bir sıcaklık vardı.
Şoför Fransızca bir şeyler söyledi ve radyoyu gösterdi. Herhalde, “Radyoyu açayım mı?” diye soruyordu.
“İyi olur,” dedi Samet. “Mümkünse Power FM’i açar mısın?”
Herkes güldü. Ne olduğunu anlamayan şoför, sesini çıkarmadı.
* * * * *
Yaklaşık bir kırk beş dakika sonra Koray’ın özel havaalanına geldiler. Hava burada biraz daha serindi. Hangardan uçağın çıkmasını bekliyorlardı…
Az sonra ağır bir gürültü duyuldu. Kapılar açıldı ve daha önce bindikleri uçak yeniden ortaya çıktı…
Uçak durdu ve içinden Bahattin çıktı. Ağır ağır indi merdivenlerden ve Bizim Beşlinin yanına geldi.
Kendine has konuşmasıyla, “Selam beyleğ?” dedi. “Uzun zaman oldu değil mi? Yine beğabe’iz. Ve en önemlisi yine uçacağız. Hepiniz hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk, Bahattin,” dedi Samet. Onu nasıl da Fransız sanmıştı. Buna hâlâ inanamıyordu.
“Ne zaman uçacağız, Bahattin?” dedi Mete.
“Hemen. Şimdi. Zaman kaybetmemeliyiz. Ha’itayı geti’din mi?”
“Evet. Sırt çantamda.”
“Pekâlâ o zaman. Ne de’siniz, uçalım mı?”
Hepsi, yine, o, kendilerine özgü şekilde başlarını salladı. Bu, olur, anlamındaydı.
Uçağa bindiler. Sırt çantalarını üstlerdeki kabinlere koydular ve rahatça koltuklara uzandılar. Gitmeye hazırlardı.
Mete cebinden mp3 oynatıcısını çıkardı ve kulaklıklarını kulaklarına geçirdi. Samet de aynısını yaptı. Bahattin ise pilot koltuğuna geçti. İsmail de cam kenarındaki, Mete’nin arkasında bulunan, koltuğa oturdu. Oktay da Mete’nin yanına oturdu ve o da Mete’nin yaptığını yaptı.
Uçak yavaşça hareketlendi. Beşinin de mideleri ilk başta yerlerinden oynadı; sonra da düzeldi.
Bahattin, “Kule,” dedi. “Kalkış için izin istiyo’um. Zaten kalktım da. Sen sadece izin ve’ yeteğ.”
“İzin verildi. İyi yolculuklar.”
Uçağın burnu havaya kalktı ve sonra da kendisi. Yine beşlinin mideleri yerinden oynar gibi oldu. Sonra da uçak kendini yeterli bir yüksekliğe çıkardı. Ve düzleşti. Artık adaya gidiyorlardı. Her şeyi geride bırakıyorlardı. Anılarını, geçmişlerini… Artık adaya
gidiyorlardı ve yapmaları gereken bir görevleri vardı: Hazineyi bulmak ve onu Bahattin’e götürmek. Kim bilir, ne kadar büyük bir hazinenin peşine gidiyorlardı? Kim bilir, başlarına neler gelecekti? Ve macera… onları nerelere sürükleyecekti?
Bunun mutluluğuyla ve heyecanıyla hepsinin kalbinde değişik bir his oluştu…
21 - Ada…
- I (Rehber ve Onun Evi) -
Yaklaşık on üç saat sonra uçak, turkuaz renkli sular ve beyaz renkli inci gibi kumlar görmüştü. Havada buluttan eser yoktu. Palmiye ağaçları inanılmaz bir şekilde insana rahatlık veriyordu.
Uçak yavaşlamaya başlamıştı ve yavaşlarken de hafif sarsılmıştı. Bu sarsıntıdan dolayı olacak ki, Bizim Beşli hafifçe gözlerini açmış ve bu muhteşem görüntü karşısında şaşkınlığa uğramışlardı. Bekledikleri şey gelmişti. Her yeri gezmişlerdi neredeyse; Rodos… Fransa… (Sadece iki yer ama, onlara sanki iki farklı dünya gibi gelmişti)
Arayacakları hazineyi ve bu muhteşem adayı düşünmüşlerdi. İstedikleri macera yanı başlarındaydı ve işin en güzel yanı… bedavaydı…
Uçak iniş izni aldıktan sonra adanın havaalanına indi. Hava oldukça sıcaktı ve uçaktan çıkan Bizim Beşli ile Bahattin, terden yapış yapış olmuşlardı.
Buradaki insanların çoğu siyahi insanlardı; arada bir göze melezlerde çarpmıyor değildi. İnsanlar alış-veriş ediyor, konuşuyor; bir adam diğerine bir adresi soruyor ve adres sorulan kişi de ona ilerideki bir yeri eliyle işaret ediyor ve adam da nereye gideceğini anladıktan sonra yola koyuluyordu.
Bizim Beşli ilk önce güzel bir pazara girdi. İnsanlar burada daha çok konuşuyordu. Ses daha fazlaydı. Deniz kokusu burada daha çoktu ve bu da demekti ki denize yakın bir