~ BIÇAK SIRTI ~
~ 1. BÖLÜM ~
~ Saplantılar ~
I -)
Saat 07.13…
17.06.2007, Pazar…
Yenisahra’da, otobüs durağındaki Dilek’in fark ettiği kadarıyla, mevsim yaz olmasına rağmen, hava, iç ürpertici bir şekilde soğuktu.
Bu iç ürperten soğuk, nedense, sanki sadece kendisi tarafından hissediliyordu; çünkü sıradaki diğer insanlara baktığında hiçbiri de herhangi bir üşüme belirtisi göstermiyordu. Okulun son günleri olan bu günler daima sıcak geçmişti Dilek için.
Ama hava soğuktu…
Belki de çok saçma bir fikir olabilirdi, ama hava soğuktu…
Bunu hissedebiliyordu…
Dilek, yerinde biraz kıpırdandı. Ayaklarının ağrıması ve sırtındaki çantanın giderek kendini yerküreye çekmesi kendisine inanılmaz bir zorluk çektiriyordu.
“Of!”
Birkaç baş tereddütle Dilek’e döndü; Dilek de onlara daha sert bir bakışla – “Ne var yani? ‘Oflayamayacak mıyız?” bakışıyla – karşılık verdi.
Gözleri koyu kahverengiydi. Saçı siyah, uzundu. Uzun olmayan boyuna rağmen – zaten boyun ne önemi vardı ki? – gözlerindeki tehditkar bakış, kendisine çevrilmiş olan başların geri dönmesine neden olurdu.
Nihayet, otobüs geldiğinde ise Dilek, kuyruğun gerisinde olduğu için yine gürültülü bir sesle ‘Ofladı’. Ama bu kez ne bir ne de birkaç baş kendisine, ne tereddütle ne de inatla çevrildi.
II -)
Bugün ÖSS vardı.
Dilek on yedi yaşındaydı. Üzerinde büyük bir yük olduğunu düşünüyordu. Bir sene sonra Kabataş Lisesi’nden mezun olacak ve o da şansını deneyecekti.
Yatılı okumuyordu.
Ailesiyle ne kadar kavga etmiş bunun için ne kadar mücadele etmiş olsa da arkadaşlarıyla beraber yatılı okuyamamıştı. Babasına “Neden?” diye sorduğunda o hiç cevap vermiyor, sadece kısık bir sesle “O okulda iyi bir şeyler olmadığını hissediyorum,” diye mırıldanıyordu.
“O zaman neden beni o okula yazdırdınız?” diye sorduğunda ise“Oranın müdürü bizi tanıyor, başka okullara da verebilecek paramız yok. Arkadaşım sağ olsun, diğerlerinin verdiği paranın yarısını veriyoruz,” cevabını alıyordu. Hep aynı cevap, aynı monotonluk...
Monotonluk.
Hayatında bir şeylerin değişmesini istiyordu artık. Sıkılıyordu: Sabah kalk, kahvaltını yap, okula git, akşam gel, yemeğini ye, ders çalış, zamanın kalırsa biraz televizyona bak ve yat…
Ama yatılı olsaydı durum değişirdi.
Her gece arkadaşlarıyla yatakhanenin camına oturur, hep beraber sabaha kadar sessizce laflarlardı. Belki ürpertici, anlaşılmaz birkaç ses duyarlar ve biraz olsun korkup eğlenirlerdi.
Korku.
Korku filmlerine bayılırdı. Her gece gizli gizli oturma odasına geçer, önce uyduyu açıp onun sesini kısar, sonra da televizyon kumandasının herhangi bir tuşuna basıp televizyonu açardı – televizyon genelde bekleme konumunda unutulurdu. Sonra da babası ya da kardeşi Emre odaya gelir ve Dilek’i televizyonun başında uyuklar bulurlardı – televizyon kapalıydı.
Tabii ki bu oyunun bir parçasıydı. Sinir olduğu monotonluk bazen işine de yarıyordu: babası ya da Emre hep aynı saatte uyanır – genelde su içmek için; yaz sıcaktı; yani onlara göre – sonra da Dilek’i o halde bulurlardı.
Baba şefkati işte; hava sıcak olmasına rağmen içeriden bir çarşaf getirir, Dilek’in üzerine serer ve televizyonun yanındaki camı da – hep açık unuturlardı – kapatırdı.
İçeri girdiğinde ise Dilek, – televizyonun bekleme konumunda bırakılması işine yarıyordu – kumandayı koltuğunun altından çıkarıyor ve Azeri kanallarının birinde adamların birinin parmaklarını canlı canlı kesmelerini seyrediyordu.
Otobüsün ani bir şekilde durması genç kızı düşüncelerinden ayırdı. Bugün oldukça çabuk gelmişti. Bugün ne oluyordu böyle? Neden her şeyin ters gitmesi gerekiyordu ki sanki?
Yolcular inmeye başlıyorlardı. Herkes birbirini itekliyordu. Dilek’in kollarına, başına, ensesine, her yerine sağdan soldan sert darbeler geliyordu. Bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Ne olmuştu da herkes yeni çıkmış ekmeğe saldırır gibi inmek için mücadele ediyordu?
“DURUN!” diye bağırdı, ama duyan olmadı ya da herkes duymazlıktan geliyordu.
Tam bir basamak inecekken yine ensesine sert bir darbe aldı. Ayrıca da kolu da bir arı sokmuşçasına acıyordu. Ama ensesine gelen darbeden dolayı böyle bir acı hissettiğini hiç bir zaman anlayamayacaktı.
Darbe oldukça sertti. Gözlerini karartmıştı. Tüm ışıkları söndürmüştü. Ve vücudunu kaskatı kesip, onu bayıltıp da yere düşürmeden önce başka birinin de tökezleyip yere düştüğünü ve ıstırapla “AH!” diye bağırdığını duymasına izin vermişti.
III-)
Duyduğu garip koku, ona, yani Dilek’e hayatta olduğu hissi veriyordu. Ama o gözlerini açmaya korkuyordu; nerde olduğunu ve ne durumda olduğunu bilmiyordu. Göreceği manzara hiç hoş olmayabilirdi. Zaten başı da feci bir şekilde ağrıyordu.
Monoton gıcırtı sesi geliyordu kulaklarına. Sırtüstü uzanmış bedeni yumuşak bir zemin üzerinde sarsılırken bu duruma nasıl gelmiş olabileceğini düşündü. En son hatırladığı otobüstekilerin sanki savaş çıkmışçasına sağından solundan aşağı atladığıydı. Tüm vücudu darbeler içinde olmalıydı. Canı hâlâ yanıyordu.
Sallanan yumuşak düzlem durdu.
“Dört numara mı?” dedi kalın bir erkek sesi.
“Yok, orası otopsi inceleme bölümü – bak tepesinde yazıyor.”
“Otopsi Odası,” diye hantal hantal konuştu kalın sesli adam.
“Daha yenisin, ama çabuk öğren bu odaları.”
“Sen onu bırak da kapıyı aç; kızcağızı içeri alalım.”
Bir çift ayak sesi duyuldu. Onun dışında başka ses yoktu.
Sonra kapının gıcırtılı sesi duyuldu.
Ve bir çift ayak sesi tekrar yumuşak düzlemin yanına geldi.
Düzlem yine hareket etti.
Bir hastanede olduğunu düşündü Dilek; çünkü bu koku olsa olsa hastane kokusuydu; ama Dilek yine de tedbir olsun diye gözlerini açmadı.
Konuşan, kalın sesli adam oldu: “Otopsi zor olsa gerek. Düşününce midem bulanıyor, zaten hiçbir şey yemedim, açım.
“Ben de.”
“Sence serum takmalı mıydık?”
“Saçmalama kız sadece bayılmış. Yarım saate kalmaz ayılır.”
“İyi. Kafeteryaya çıkalım mı?”
“Olur.”
İki çift el, genç kızı omuz ve ayaklarından kavrayarak Dilek’in yatak olarak tahmin ettiği, yine yumuşak olan bir düzlem üzerine yatırdı. Sonra da iki çift ayak sesi yavaş yavaş uzaklaştı… Ve kayboldu.
Dilek gözlerini açtı. Başı hâlâ ağrıyordu. “Acaba gözlerimi daha önce açıp onlardan aspirin falan istese miydim?” diye düşündü.
Tavana bakıyordu. Bembeyaz duvarın kimi yerlerindeki boya tabakaları hafif sökülmüş düştü düşecek gibi görünüyordu. Pencereler de oldukça küçük ve hepsi de ardına kadar açıktı. Yani herhangi bir mikrobun havada salınarak içeri gelmesi bayağı bir mümkündü. Sonuçta burası bir hastaneydi ve camın altında rahatça havada bulaşabilecek bir virüs bulunduran biri varsa hastalık bulaşması kaçınılmaz olurdu.
Dilek başını yanına çevirdi. Yanındaki yatakta bir erkeğin, sırtı kendisine dönük yattığını gördü. On yedi, on sekiz yaşlarında gösteriyordu. Ve bu adam ya da genç, Dilek’e oldukça tanıdık geliyordu.
Genç kıpırdanarak Dilek’e doğru dönerken Dilek ani bir refleksle gözlerini kapattı. Bunu niçin yaptığıyla ilgili en ufak bir fikri yoktu; ama az sonra olacakları bilseydi buna şükrederdi.
“Sen…” dedi genç. Dilek kalp atışlarının iki-üç kat daha hızlı attığını hissetti. Mide asidi boğazına kadar gelmişti. Heyecanını belli etmemeye çalışırken yine bir çift ayak sesi duydu.
Gencin ayak sesleriydi.
Yanına kadar sanki o olduğundan emin olmak istiyormuş gibi geldi. Sonra ayak sesleri uzaklaştı ve Dilek’in ilaç dolabı olarak tahmin ettiği bir şeyin kapağının yine gıcırdayarak açıldığı duyuldu.
“İşte burada,” dedi ses, tanıdıktı. “İyi…”
Küçük bir şişenin – Dilek yine öyle olduğunu tahmin ediyordu – kapağının açılması duyuldu. Sonra da hışırtılı bir ses ve kâğıt ya da pamuk gibi bir şeyin tok kopma sesi…
“Lök”.
Şişe ters çevrilmiş olmalıydı.
Sonra yine, “lök”.
Şimdi de şişe düz dönmüş olmalıydı.
Ve Dilek’in korktuğu başına geldi: ayak sesleri Dilek’e kadar yaklaştı. Yumuşak, az önce koparılan ıslak nesne Dilek’in burnuna bastırıldı.
Ve Dilek yine rüyasız bir uykuya daldı…
IV - )
Uyandığında – bu sefer gözlerini açmıştı, karşısındakiyle yüzleşmeye hazırdı – her şey çarpık çurpuk görünüyordu. Dünya sisli bir dumanın içindeydi. Her şey soluktu. Her nesneden ikişer üçer tane vardı sanki. Oda gözünün önünde sallanıyordu. Ama gözlerinin odak noktalarını – aslında tek bir odak noktası vardı – bulması çok da zaman almadı.
Kendisini bayıltan adam odada yoktu. Yanındaki yatağın eziğine bakarak O’nun boyunu anlamak zor değildi. Uzun boylu biriydi. Yani, öyle tahmin ediyordu.
Tahmin edemediği tek bir şey vardı: Adam kendisini neden bayıltmıştı?
Anlayamıyordu.
Üstelik de adamı bir yerden tanıyordu.
Ama kimdi?
Biraz sonra kapı yavaşça açılıverdi. İçeri otuz beş-kırk yaşlarında – tam olarak kestirmek zordu – yaşlı bir kadın girdi. Hastabakıcıydı.
“Nasılsın şimdi?”
Dilek yerinde huzursuzca kıpırdandı.
“Pek de iyi değil.”
Yaşlı hastabakıcı hızlı adımlarla Dilek’in yanına geldi. Dilek doğruldu, kadının oturması için yer açtı. Yaşlı kadın da oturduktan sonra, önce elinin tersiyle genç kızın ateşine baktı. Sıcak değildi.
“İyi görünüyorsun,” dedi.
Dilek bir şey demedi.
Dilek’in gözleri hâlâ yerinde sallanıyordu. Göz kapakları kısıktı.
Yaşlı kadın da hemen fark etmiş olacak ki, “Ne oldu?” diye sordu telaşla.
Dilek önce ne söyleyeceğini düşündü. Az önce olanları söylemeye çekiniyordu. Ya onu yanlış anlarsa, belki de kızın sanrı gördüğünü sanacaktı. Hayır, az önce olanlardan bahsetmemeliydi.
Aceleyle “Bir şeyim yok,” dedi ve toparlanmaya başladı. Ama yaşlı hastabakıcı kendinden beklenmeyecek ani bir çeviklikle genç kızı yeniden yatağına yatırdı.
“İstirahat etmelisin,” dedi.
Ama Dilek kadının son dediğini duyamadı. Her şey bir an için anlamsızlaştı. Her şey gözüne boş gözüktü.
Sonra da her birinden ikişer tane nesneler gözükmeye başladı.
Ve sonra da yine bayıldı…
V - )
Her yer karanlıktı. Loş bir odada, kuytu bir köşeye çekilmiş, elinde karanlıktan dolayı seçemediği bir nesne tutuyordu. Heyecandan hızlı hızlı nefes alıyor, sinirli bir şekilde kurbanını bekliyordu Dilek. Ama kimse gelmiyordu Dilek’in kuytu köşesine.
O da dışarı çıktı. Önünde upuzun bir koridor vardı. Ucunda soluk beyaz bir ışık ve o ışıkta da havada uçuşan tozlar vardı.
Harekete geçmeliydi. Kurbanı, kendisini – nasıl olduysa – ekmişti.
Hızla koşmaya başladı koridorlarda. Ama uçtaki ışık Dilek’in içindeki umut gibi gitgide sönüyordu.
Lâkin… Yetişmişti.
Karanlık odada tek ışık kaynağının altında, sallanan sedirden yapılmış bir sandalyede, sırtı Dilek’e dönük, kır saçlı, yaşlı bir adam bulunuyordu. Dilek gizlice arkadan yaklaştı. Elindeki nesneyi – ışıktan dolayı onun bir bıçak olduğunu anlamıştı – havayı yaran bir sesle kurbanına sırtından sapladı. Fakat tam o anda Dilek’in hesaplayamadığı bir şey oldu: Yaşlı adam yüzünü Dilek’e döndü. Ve son sözleri de ağzından hiç çıkamadı.
Dilek rüyasında matematik derslerine giren Polat Hocayı öldürmüştü.
~ 2. BÖLÜM ~
~ Kabataş Lisesi ~
I - )
Kabataş Lisesi’nde bahçe aydınlatmaları hariç tüm ışıklar sönmüştü. Kapıların sert bir şekilde çarpılması, bahçenin önündeki derin sularda epey açılmış biri tarafından da duyulabilirdi. Su, şimdi yaz rüzgârlarıyla dalgalanıyordu. Tepede tüm hatlarıyla belirivermiş olan ay, tüm beyazlığını denize yansıtarak mükemmel bir yakamoz oluşturmuştu.
Suyun dalgalı sesinden başka sesler de duyuluyordu; ama bu sesleri duyabilmek için dördüncü kat, erkekler yatakhanesinin penceresine yaklaşmak gerekirdi.
İçlerinde en uzun olanı, Ali, en iyi arkadaşlarından biri olan Kasım’la konuşuyordu. Boyu bir seksene yakındı. Hafif uzun, açık kahverengi saçları vardı. Yüzü çilden geçinmiyordu nerdeyse; sanki ergenliğe geç girmiş de bir türlü çıkamamış gibi.
Kasım ise Ali’den kısaydı. Boyu bir yetmiş beş filandı. Vücudu geniş yapılıydı. Kafası da bir hayli genişti. Çenesini düz bir şerit halinde kaplayan siyah sakalı olmasa yüzü küçük bir bebeğininkini andırırdı.
Hararetli bir şekilde, hızlı hızlı, bazen kısmakta oldukları sesi gittikçe artırarak – heyecandan kendilerini tutamadığı zamanlar oluyordu – biraz gürültü yapmış oluyorlardı.
“Saçmala be abi!” diye araya girdi Ali’yle Kasım’ın konuşmasına birden dalarak İlker.
“Sessiz olun!” dedi Burak arkadan mırıltıyı andıran bir ses tonuyla. “Uyumaya çalışıyoruz.”
İlker de en az Ali kadar – hatta ondan daha fazla – uzundu. Bir doksana yakın boyu vardı. Onda da Ali’nin tam zıttı olacak şekilde bol bol sakal ve sıfır da sivilce vardı. Saçı sanki zamanın başlangıcından beri kesilmemiş gibi (kıvırcıkımsı geniş) darmadağınıktı. Grubun en heyecanlı, en hiperaktifi oydu.
Burak’sa ortalama bir boya sahip – bir yetmiş – idi. Üç numaraya vurdurulmuş saçları vardı. Derslere girmediği ya da okul dışında olmadığı zamanlar küçük, nokta şeklindeki gümüş kaplamalı küpeler takardı. Sınıfın en metro seksüellerindendi. E tabii ki manikür, pedikür filan yaptıracak hali yoktu. Sınıfta tek küpe takan ve giysisin en ufak bir noktasına bile su dahi damlamasından nefret eden biri olarak sınıfta ayrı bir yer ediniyordu. Hatta bu yüzden bir keresinde İlker’le feci bir şekilde kavga etmişlerdi. Tabii, buna kavga denirse.
“YETER BE YETER LAN!” diye bağırmıştı tüm sınıfı yerinden sıçratan bir terslikle, İlker’in yanlışlıkla üzerine su sıkmasından sonra. “YAPMA, DEDİK OĞLUM LAN!”
Fakat İlker’in aldırdığı yok gibiydi ya da öyle yapıyormuş gibi davranmaya çalışıyordu. Cevap vermemişti. Sonrasında da Burak arkadan trip yaparak – Kasım’ın zorlamasıyla – sınıftan çıkmıştı. “Çocuk gibisiniz oğlum ya!” diye eklemişti Kasım da sonra arkadan. Ve erkekler tuvaletine yol almışlardı.
Ardından, çok kısa bir süre sonra Burak’la Kasım – Burak’ın yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı – sınıfa geri gelmişlerdi. Zil çalmıştı ve derse girmişlerdi.
E tabii, daha sonra Burak İlker’den özür dilemiş, İlker de Burak’a özür dilenecek herhangi bir şey olmadığı konusunda güvence vermişti. Ve kısa bir dargınlığın ardından barışmışlardı.
Erkekler yatakhanesinin camına tünemiş olan ve bir bacağı pencereden aşağı sarkık oturan Olcay sessizce konuşmaları dinliyordu. Boyu Kasım’la aynıydı. Eylül’de, yeni eğitim-öğretim yılına başladıklarında upuzun – hatta taçla arkaya atılmış – saçları, şimdi iki ya da üç numaraya vurdurulmuştu. Geniş dudakları vardı. Teni hafif koyu, esmerimsiydi. Kendisini savunması gerektiğinde önüne geleni ardına koymayacak biriydi. Tartışmayı o başlatmazdı; ama bir yerde bir tartışma varsa ve bu konu uzaktan ya da yakından kendisini ilgilendiriyorsa aynı bir avukat gibi konuya atlardı.
Ama genelde o kadar da politik bir insan sayılmazdı. Arkadaşları için her şeyini verirdi. Onlarla beraber sırt sırta çatışmaya girebilecek biriydi. Ayrıca esprili ve komikti de.
Mehmet vardı ayrıca. Çift dikişi. Sınıftaki çoğu kişiden ki yaş büyük, yirmi yaşındaydı. Keçisakalı, siyah dik saçları vardı. En korkulu rüyası okulun müdürü ve aynı zamanda kendi sınıfında okuyan Aslı adlı sarı, düz ve uzun saçlı, orta boylu ve oldukça da güzel, ama bunu kabul etmekten de çekinen kızın babası, yani Sami Çakmak’tı.
“Beyler, bir planım var,” dedi Kasım. “Kızların yatakhanesine dalalım.” Bu tür planlar genelde ondan ve İlker’den çıkardı. Bu sefer ilk davranan o olmuştu.
“Çocuk gibi davranmayın abi,” dedi Burak. Uykusu artık iyiden iyiye kaçmıştı. Şimdi yatağının bir köşesine oturmuş başı kendi ayaklarına bakar halde kendini toplamaya çalışıyordu.
Ama sonra merakına yenilmişti. Biraz daha kendini toparladıktan sonra, “Ne yapacaksınız?” dedi.
Kasım tüm planı anlattı. O anlatırken tüm yatakhane – uyanıklar – sessizce onu dinlediler.
“Ben varım,” dedi İlker heyecanlı bir şekilde.
“Ben de varım, abi,” dedi Olcay.
“Koçum benim – başka?”
“Korkutmak benim işim beyler, plan benden,” dedi İlker.
“Okey abi, başka başka?”
Epey kilolu olan ama klasik kilolu ve aptal kavramından epey uzak, aynı zamanda da sarı kısa saçları ve çenesinin etrafında düz sakalı olan Atakan, “Anca beraber kanca beraber,” derken tüm yüzler Burak’a döndü; o da bu yüzden olacak ki, Tamam, abi, ben de varım,” dedi. “Ama beni fazla olaylara karıştırmayın.”
“Kuru fasulye,” dedi Kasım ve diğerleri de gülerek ona katıldılar.
Şimdi de tüm gözler İlker’deydi. “Evet, İlker, planımız nedir?” dedi Kasım.
II - )
Erkekler yatakhanesi boşalıyordu. Aslında tamamıyla dolu değildi zaten. Okulun çoğu veda partisi için kiraladıkları bir restorandaydı şimdi. Hınca hınç dolu, gürültülü; ama aynı zamanda eğlenceli ve karmakarışık bir partideydiler.
Odadan son çıkan Metehan oldu. Boyu 1.68 civarıydı; hafif kilolu sarışın ve çocuğumsu bir yüze sahip biriydi o da. Ne sakal, ne bıyık görebileceğiniz nadir öğrencilerdendi. En büyük tutkusu yazmak ve okumaktı: Tabii, romanları. İçlerinden en sevdiği türlerden biri thriller’dı. Daha yeni Siyah Kan’ı bitirmiş ve hayli etkilenmiş; dahası okulda birkaç gün sinirli, hafif psikopat bir ifadeyle dolaşmıştı.
Yatılı olmak da istememişti aslında; ama buraya daha yeni taşınmışlardı ve alışmaları da biraz zor olacaktı.
Işığı kapattı. Arkasına son bir kez baktı ve kapıyı hafifçe kapadı. Klik sesi duyuldu ve artık oda… Bomboştu. Nerden bilebilirdi ki Mete, o odanın kokmuş ölülerle kaynayacağını.
III - )
Dilek ani bir hareketle yataktan kalktı. Az önce ne olduğunu hatırlaması için kısa bir süre geçti; sonuçta rüyasında Polat Hoca’yı öldürmüştü. Ama asıl önemli olan neden böyle bir rüya görmüş olduğuydu.
Sonra hatırladı; tabii, dedi, otopsi odasındaki adamla ilgili olmalı. Ama iyi de o odada Polat Hoca’nın yattığını duymamıştı ki. Hem bu gün boyunca onu hiç düşünmemişti ki.
Etrafına bakındı. Odaya karanlık tamamıyla çökmemişti; uzakta zar zor seçilen sokak lambası vuruyordu sadece içeri. O da küçük bir noktayı aydınlatıyordu sadece: Orda olması gereken fakat geride sadece küçük bir iz bırakan esrarengiz adam. Kimdi ki o da, Dilek’i bayıltmıştı? Neden? Durup dururken bu adamı ne sinirlendirmiş olabilirdi ki?
Acayip saçma bir bağlantı kurdu bugün olan olaylar hakkında. Otobüsten insanların o denli hızlı kaçmasının sebebi olarak bir cinayet hayal etti, kafasını yastığına yaslarken. Geceyi eğlendirici kılmanın bir yolunu bulmuştu yine. Ceset beni bayıltan adama ait olmalı, dedi. Beni bayıltması da, herhalde aynı otobüste olduğumuzu bildiğindendir. Kim bilir, belki de o tanıdığı adam her kimse, onun tam yanında duruyorumdur o sırada. Zaten sinirliydim bu sabah bayağı bir. Fark etmemişimdir muhtemelen. Ve ufak bir sarsıntıyla da adama vurmuşumdur. Hatta evet, şu özür dilediğim adam, evet. Sonra da inerken kafama sert bir şekilde vurup beni bayıltmıştır. Üstüne üstlük öcünü daha alamadığı için kendisini yaralı gibi göstererek benimle birlikte bu hastaneye gelmiştir ve aynı odayı paylaşabilmek için kendisini de baygın göstermiştir. Peki, neden benden önce getirdiler ki onu? Her neyse sonra da geldi beni tam öldürecekken koktu ve ne yapsam diye düşünürken, gitti ilaç dolabına, beni bayıltmak için ilaç aldı ve işte… Onun yüzünden hâlâ buradayım…
Böyle düşününce pek de saçma gelmedi kulağın aslında. Bu konu hakkında daha da fazla düşündü. Yine kafa yordu. Hatta adam, “Sen!” demişti. Yani şaşırmıştı ve o zaman da işler değişirdi. Bu yüzden yeni bir senaryo daha üretti. Ama uykusuna engel olamadı, daha senaryosunun yarısındayken dalmıştı bile.
IV - )
“Beyler benim acil tuvalete gitmem lazım,” dedi yarı yolda Burak.
“Sat hemen, sat,” dedi Kasım.
“Yok, be abi. Bir işeyip geleceğim. Merak etmeyin yarı yolda bırakmam sizi.”
Kasım yine de emin olamamıştı ama “Git hadi,” dedi Burak’a. “Ama çabuk ol. Partiye sensiz başlayamayız.”
Grubun geri kalanı yola devam etti.
V - )
Kızlar yatakhanesinde partiye gitmeyen kızların çoğu uykuluydu. Bunlardan Gizem, konservatuar sınavına çalışıyordu. Kemanda yeteneği vardı; aynı zamanda piyano da çalabiliyordu. Ama sınava kemandan girecekti.
Yasemin sarı, uzun ve kıvır kıvır saçlara sahipti. Sınıf başkanıydı ayrıca. Sesi ince ve pamuk gibiydi. Tabii, sinirlendiği zamanlar dışında. O zamanlar ağlayan bir bebeğinki kadar acı verici olabiliyordu sesi. Hatta hapşırığı da oldukça komik sayılabilirdi. Ne zaman hapşırsa sınıfta tek tük gülme sesleri duyulurdu.
Büşra da sınıfın sakin kızlarındandı. Ama ses tonu hafif kalın; fakat asla bir kıza ait olan ses tonunun da üstünde değildi. Uzun siyah saçları vardı ve boyu Aslı’dan hafif kısaydı.
Eminegül’ün en sevmediği şeylerden biri, kendini Emine Gül diye tanımalarıydı. Her ne kadar basit bir şey de olsa Kasım en ufak bir şekilde dalga geçince kızıyordu. “Ben ne yapabilirim Emine Gül,” diye bastırarak dalga geçiyordu hep. “Nüfus kâğıdında öyle yazmıyor mu?” Belki bunu, her neyse, deyip geçebilrdi ama Kasım’ın onu “Çocuk” diye çağırması karşısında kesinlikle gıcık olurdu ona. Bunun sebebi ise birinci sınıfı atlamış olması ve sınıfın en küçüğü olmasıydı. 1990 doğumluydu. Bir de Kasım onu arada bir “Kanksım” diye çağırırdı. Kendi taktığı, kankam, deyişinin modernize bir hâliydi.
Bu gece partiye gitmeyen son kız da Hanife’ydi. O da Mehmet gibi çift dikişlerdendi. Omuzlarına kadar gelen düz kızıl saçları vardı. Sami Hoca Hanife’nin babasıyla arkadaştı ve her okul çıkışı sigara içerken nerdeyse Sami Hoca’ya yakalanıyordu. Eğer yakalanırsa babası kendisini evlatlıktan reddeder diye çok korkuyordu.
Sınıfta son uyanık Yasemin kalmıştı şimdi. Okuduğu Ferrari’sini Satan Bilge’nin en son kaldığı sayfasının üstünü kırptı, kitabın kapağını kapatıp özensizce çantasına koyduktan sonra yatağından kalktı, ışığı kapatıp tekrar yatağına döndü. Yorganını üzerine çekmeden önce bir kıpırtı duyduğunu sandı. Önemsemedi ve gözünü kapatıp uykuya daldı.
~ 3. Bölüm ~
~ Asıl Parti ~
I - )
BEĞENİRSENİZ DEVAM EDECEK!